GüncelMakaleler

OCAK AYI | ANI/ANLATI: Kısa Bir Hatıranın Ötesinde…

"İçimdeki “erkek düşmanına” rağmen dikkatimi dönüp dönüp kapkalın gözlükleri olan erkek arkadaş çekiyordu. İçtenliği ve olayları yorumlayışıyla farkını hemen gösteriyordu, Ünal yoldaş."

Her kış, hem bahara hazırlanmanın heyecanını hem de yoksulluğun ağırlığını yüklenerek gelir. Halkımız için kışlar gün geçtikçe daha ağırlaşıyor. Zenginler kış tatillerinin tadını rahatça çıkarabilsin, elleri sıcak sudan soğuk suya girmesin diye halkımız bütün bir kışı üşüyerek ve hayatta kalmaya çalışarak geçirecek.

Sobasından odun kömürüne, doğalgazından kışlık kıyafetine kadar ihtiyaçlarını karşılayabilmek için harıl harıl çalışıyor kitleler. Emeklerinin büyük kısmını sömürenler ise televizyonlarda yalanın bini bir para palavraya devam ediyor.

Dağlarımıza kar yağıyor; kimileri için romantik bir görüntü kimileri için ise yine kapanacak yollar ve kesilecek elektrikler. Ovalarımız yağmur altında; kimilerinin etekleri çamur olmasın, kimilerinin ise ya çatısı akıyor ya çadırını su basıyor.

Bir trans kadın, “kültür başkenti İstanbul”un en işlek caddelerinde donarak can veriyor.

Bir göçmen işçi, güvencesiz çalıştığı inşaatın bilmem kaçıncı katından düşerek yaşama veda ediyor. Ev emekçisi bir kadın çalıştığı hükümet yetkililerinin evinde şüpheli biçimde ölüyor ve katili ortada olmasına rağmen açığa çıkartılamıyor. Kış halkımıza nasipsiz geliyor.

İşte tüm bunlar yaşanmasın diye yola düşenler de var elbet. Sistemin kendisine sunduğu bütün olanakları elinin tersi ile itip yola düşenler. Sol memesinin altındaki cevahiri toprağa ekenler. Onlardan birisiydi Cengiz (Cengiz İçli) yoldaş.

Benim kendisiyle tanışıklığım çok kısa birkaç saat kadardır. Ama böyle bir etkiyi çok az insan bırakır bir başkasının üzerinde. Yüzünü bile görmediği çocuklara yarınını armağan edebilecek cesarette insanlardır onlar. Murathan Mungan’ın şiirinde dediği gibi “güvenin her çağda ve her yerde/uzakları iyi bilen çocuklara/kenar adamlarına, ateş insanlarına…” öylesi bir güven veriyordu insana. O da menzili yurt tutanlardandı.

Bir Dersim yazında tanışma fırsatı yakaladım kendisiyle. Suruç’ta ölümsüzleşen 33’leri toprağa verdiğimiz yazdı. Başta Çağdaş olmak üzere, o 33 karanfilin intikam hırsı yüreğimizdeydi.

Gözümün yaşı henüz kurumamıştı, DAEŞ karanlığının yerle bir ettiği bir kenti yeniden inşa etmeye ve çocuklara oyuncaklar götürmeye giderken nasıl katlederlerdi Çağdaş’ı, Keke’yi, Polen’i!?

Bir türlü aklımdan çıkmıyordu gülen gözleri. Gece ve gündüz birbirine girmişti benim için. Sınıf mücadelesinin en zorlu günlerini yaşadığımızı sanıyordum henüz yaşanacaklardan habersiz. Yine aynı duygu ve düşüncelerle yoldaşlarla buluştuk ve bitirmemiz gereken işleri bitirmek için yola koyulduk. Minibüsümüz kıvrıla kıvrıla bir dağın doruğuna ilerlerken bir anda durdu. Ne olduğunu anlamadım.

Minibüsteki herkes heyecanlıydı. Ben ise şaşkın. İçimizden birisi “TİKKO’cular” dedi usulca. “Nasıl yani?” diye düşünüyordum.

Hep düşünü kurduğum ama gereken kopuşu gerçekleştiremediğim için dahil olamadığım gerilla yaşamının özneleri mi karşımdaydı? Araçtan çıktığımızda gözlerime inanamıyordum. Ağaçların arasındaydık. Şimdi düşününce bir masal gibi geliyor o ormanlık bana. Belki çok daha büyük ormanlar gördüm ama hiç birisi bu kadar görkemli değildir.

Karşımızda 3 gerilla vardı. Birisinin kapkalın gözlükleri tek tek araçtan çıkanlarla selamlaşıyordu.

Diğerleri ise aracı güvenli bir yere çekti. Gözlüklü arkadaşı gördüğümde afallamıştım. Nasıl gerillacılık yapıyordu? Bizi alıp bir grubun yanına götürdü. O sırada aracı güvenli bir yere çekip kamuflajını yapan diğer iki gerilla da geldi. Bildiğin bir gerilla grubunun içindeydik. Oturuyorduk. Bize sorular soruyorlardı.

Güncel politik konuları, haberleri, yaşananlar hakkında neler düşündüğümüzü vs. Birçok olaydan haberleri vardı. Haberleri bizden daha iyi takip ettikleri bir gerçekti. Hem de o olanaksızlıklar içinde. Ağaçların arasından güneş sızıyordu. Tam gün ortası, aşağılar muhtemelen cayır cayır yanıyordu. Ama bizim olduğumuz dağın başında ağaçların arasında benim için sıcaklığın bir anlamı kalmamıştı.

Bir peri masalı gibi görünüyordu her şey gözüme. Ağaçların arasından sızan güneş ışıklarında uçuşan toz tanecikleri ve sinekler bile…

Bir ara aklıma Karadenizli bir ev arkadaşımın anlattığı şeyler geldi. Arkadaşlarıyla yayla evine kalmaya gittiklerinde nenesi dermiş ki; “Gece kapıya gelen olursa dikkat edin, TİKKO’cular olabilir.  Yiyecek almaya gelirler bazen, elinizde ne varsa verin. Ama sonra kimseye söylemeyin hele de dedenize”. Arkadaşım bunu anlatır ve gülerdi sık sık.

O tarihlerde o bölgede TİKKO’cular var mıydı bunu bile bilmiyoruz. Ama belli ki nenesi çok sevmişti bizimkileri. Sonra gözüm gerillacılık yapan genç kadınlara takıldı. Nasıl da ateşli ateşli anlatıyorlardı dağdaki yaşamı. Kilometrelerce dağ bayır yürümek, suyu çekmek, ekmeği yapmak, eğitimlerde taşların üzerinden yuvarlanıp yere düşmek, düşmanla çatışmaya girmek hepsi bir yaşamdı onlar için.

Yaşanması gereken, yaşanmazsa özgürlüğe ulaşılamayacak bir yaşam.

İçimdeki “erkek düşmanına” rağmen dikkatimi dönüp dönüp kapkalın gözlükleri olan erkek arkadaş çekiyordu. İçtenliği ve olayları yorumlayışıyla farkını hemen gösteriyordu, Ünal yoldaş. Bu birkaç saat çok hızlı geçmişti benim için. Daha sonra dönüp yarım kalan işlerimizi tamamladık. O yıl aldığımız tek felaket haberi değildi Suruç’ta sonsuzluğa uğurladıklarımız.

TC işbirliği ile DAEŞ katliamları devam etti. Memleketin kan deryasına döndüğü, gelecek hayallerimizin çalındığı böylesi günlerde bir yanım ne olursa olsun mücadeleye devam etmeliyiz diyordu diğer yanım büyük bir karamsarlık içindeydi.

Hem kendi yaşamımda hem de toplumda büyük çalkantılarla büyük bir karanlık çöküyordu üstümüze. Tam böylesi bir süreçte, Gar Katliamı’nın ardından bir Ankara ayazında arkadaşlarla oturup bundan sonra ne yapacağımızı konuşurken çaldı telefonum.

Kendi içimize dönmüş, kendi bencilliğimizde boğuluyorduk. Bunca yaşanan şeyden doğru anlamlar çıkaramıyorduk. Düşmanın istediği oluyordu. Teslim oluyorduk karanlığa. Telefonun öbür ucunda bir can dostumun titreyen sesi vardı. Dersim’den bildiriyordu.

Haberleri okudun mu?” diye sordu. Okumamıştım. Artık haberlere bakmak bile gelmiyordu içimden.

Şimdi sakin ol. Bir şey diyeceğim. Sizinkileri vurmuşlar” dedi. O anda kan kızıl bir öfke yükseldi içimde. Bizimkileri mi vurmuşlardı? Telefonu kapattım. Haberleri açtım. Şimdi karşımda duruyordu kapkalın gözlükleriyle Ünal yoldaşın fotoğrafı. Yanında Sefkan ve Yurdal yoldaşlarla birlikte sonsuzluğa uğurlamıştık bu üç insan güzelini.

Yoldaşlar ölümsüzleştikten sonra haklarından çıkan hemen her yazıyı okudum. Öğrenecek çok şey vardı yaşamlarından. Özellikle de Ünal yoldaşın kendisiyle hesaplaşmalarından, düşüp de kalkmalarından, çok sevdiği okuma alışkanlığının ona kazandırdıklarından öğrenecek ne çok şey vardı. Hiçbir zaman “Şu kitabı yeni bitirdim, sen de oku” dediklerinden olmadım ama çok duydum sonradan gittiği her yerde elinde bir kitapla gittiğini. Kendi ataerkisi ile yüzleşmeye çalıştığı, partimizin o dönem yeni yeni bir kalıba girmeye başlayan kadın ve LGBTİ+ politikalarını günlük hayatına nasıl uygulayabileceğine dair kafa yorduğu yazısını gördüğümde aklıma gelmişti içimdeki “erkek düşmanına” rağmen gözümün sürekli ona takılması. Sistemin bireyciliği ve bencilliği bir zehir gibi kendi kuşağını sararken Ünal yoldaş, sistemle bağlarını koparmış ilk katıldığı faaliyetlerden son gününe kadar kendi rengini kolektife vermiş ve kolektifin renklerinden öğrenmiş bir yoldaş olarak yıldızlaştı.

Bütün eksiklik ve gerilikleriyle daha fazla örgütlenerek hesaplaştı. Yıkılıp gidenlerden değildi o, direnip değişenlerdendi. Kendisini halk savaşı ile sınadı, proletaryanın burjuvaziye karşı savaşında bileyledi sol memesinin altındaki cevahiri.

Sefkan ve Yurdal yoldaşla birlikte kış üslenmesinin hazırlıkları için, yoldaşlarının kışın tek bir eksiği kalmasın diye giderken düşmüşler düşman pususuna. Ünal ve Yurdal yoldaş ölümsüzleşirken Sefkan yoldaş yaralı geçmişti düşmanın eline. Ama yılmamış, sloganlarıyla çılgına çevirmiş düşmanı.

Daha sonra yoldaşlar için yapılan bir anmada Sefkan yoldaşın babası “Bir anne-baba, çocuğundan, onun kendilerine onur ve gurur getirmesinden öte ne bekleyebilir? Özgüç’ümüz hep bizim en büyük onur ve gurur kaynağımız olmuştur ve her zaman da öyle olacaktır” demişti.

Ünal ve Yurdal yoldaşlara da, kendi çocuğunun hayatından daha fazla bahsettiği için haksızlık ettiğini düşünerek masumca özür dilemişti onların anılarından.

Biz elbette onları tanıyanlar ya da tanımayanlar üçünü de sevdik. Karanlığa teslim olmadık, olmayacağız. Sonradan ölümsüzlüğe uğurladığımız Ferdi yoldaşın sesinden onlar için yazılan mısraları her dinlediğimizde bir kez daha söz verdik Çukurova’dan yükselen Ay’a, öfkesinden Munzur’a karışan Kelkit Çayı’na, işkencede başeğmeyen Kaçkar Dağlarına; Talimatlarını aldık; savaşçılaşıyor, komutanlaşıyor, partileşiyoruz.

Onların şahsında bu Ocak’ta da bir kez daha yıldızlaşanlarımızdan miras kalan tarihi dersleri, kekik ve dağ ateşlerini yükleniyoruz torbamıza. (Bir yoldaş)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu