Manşet

Nepal Devrimi: Başı dönmek, başa dönmek

 

Not: Partizan dergisinin 77. Sayısındaki “Bir düşünce okuma çalışması: Nepal Devrimi: Başı dönmek, başa dönmek” başlıklı yazının (çeşitli ekleme ve çıkarmalarla) yeniden düzenlenmiş halidir.

“Parlamentarizm konusunda revizyonizm ve devrimci Marksizm arasındaki kadim mücadeleye şahit olduğu halde hâlâ parlamentoda çoğunluğu elde ederek halka ‘faydalı’ olunabileceği saçmalıklarını geveleyerek Marksizm’in yaratıcılığını kavramış gibi görünen BML dâhil olmak üzere revizyonistlere ne söylenebilir? İşte tam burada ‘solcu’ küçük burjuvalara, devrim ve halk düşmanlarını selamlamaya koşarak kendilerini kirletmekten alı koymaları için ne önerebiliriz? Gözleriniz olduğu halde kör olmaktan, kulaklarınıza rağmen sağır olmaktan, beyin sahibi olmanıza rağmen aptal olmaktan kurtulun. Feodalizmin ve emperyalizmin zırvalarından uzak durun. Anlık menfaatleriniz için körce ahlakınızı satmayın. Aksi takdirde tarihin güçlü elleri kimseyi affetmeyecektir.” (“Kahrolsun Parlamentarizm! Yaşasın Yeni Demokrasi!, Prachanda”, Nepal’deki Devrimin Sorunları ve Olasılıklar, Kazanılacak Dünya yay. s.160-161)

Başkan Mao’nun ölümünü takip eden süreçte, Stalin yoldaşın ardından yaşananlara benzer biçimde parti ve devlet iktidarını ele geçiren modern revizyonizmin, proleter dünya devrimi cephesine indirdiği darbelerle ciddi yaralar alan Uluslararası Komünist Hareket; ülkemizin de aralarında bulunduğu bir dizi savaş ve mücadele pratiğinden ciddi boyutlarda beslenmesine karşın, emperyalizmin 90’lı yıllarda ivmelenen ideolojik saldırılarına göğüs germeyi esas olarak başaramamış bulunmaktadır.

Bu sert dalgalara karşı koyuşun yeterli temelde örgütlenemediği koşullarda, sürecin aktörleri olarak sahne alan komünist güçler savaşı kazasız belasız atlatamamış, bir kısmı alabora olurken bir bölümü karşı kıyılara savrulmuş, en “şanslı” olanlar ise hayatta kalmayı başarı olarak tanımlamışlardır. Buna istisna teşkil eden çıkışları, isabetli çözümlemeler ve doğru politikalar üzerinden halk savaşlarını geliştirerek gösterenlerin geldiği aşamada, bazıları için fırtınaya yakalanmadan ilerlemenin yine mümkün olamadığı görülmektedir.

Karşı-devrim saldırılarının en güçlü dalgakıranı sınıf mücadelesinin kendisidir. Çelişki alanlarının hemen tümünde kaçınılmaz biçimde yoğunlaşan çatışmaların yükselen ateşi, emperyalistlerin örtmeye çalıştığı perdeleri kavurmuş, örmeye çalıştığı çitleri paramparça etmiştir. Bunun komünist öncüyü sahneye çıkardığı alanlarda yaralar sarılmaya çalışılırken, taze kuvvetler içerisinden filizlenen yeni aktörler, geleneğin misyonunu sahiplenmek için yeni hamleler geliştirmekte gecikmemişlerdir. Proleter dünya devrimi sahipsiz değildir. İçinde bulunduğumuz süreci yeniden doğru bir rotaya oturtmak, her şeye karşın mümkündür ve mümkün olacaktır.

Yakın tarihin halk savaşı deneyleri içerisinde en önemli yenilgi ve beraberindeki savruluş Gonzalo önderliğindeki PKP’de yaşanmış, Peru devrimi ciddi ilerlemeler kaydetmesine karşın savaşı son aşamaya taşıyamamıştır. Sorunu, önderliğin darbe almasına neden olan pratik ve taktik konularda, hatta politik yaklaşımlarda arayanlar, gerçeği görme imkânını dıştalamaktadır. Esaret koşullarıyla beraber önderlik mekanizmasının devrim ve halk savaşına dair yaptığı değerlendirmeler ile açığa serilen gerçeklik, MLM biliminin temellerini oluşturan çözümleme yöntemleri (felsefesi) ve ana parametrelerini oluşturan yaklaşım esaslarından uzak düşme/sapma halini işaret etmektedir.

Durum, bu yazının esas konusunu oluşturan Nepal devrim sürecinde de kendini göstermektedir. Ama daha önemlisi, sorun, UKH’in çeşitli bileşenleri açısından da benzer tehlikeleri üretmekte, Marksist ideolojinin özümsenmesi ve pratikleştirilmesi açısından ciddi derecede olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. Bir eylem kılavuzu olarak Marksist ideoloji, her şeyden önce felsefi, yani düşünüş mantığı/yöntemi olarak doğru biçimde anlaşılmak, bu yaklaşım esasıyla belirlediği sınıf mücadelesine dair yasalarıyla kavranmak ve nihayet politik arenaya aktarılmak durumundadır.

Gerçeğin olgulardan çıkarılması gerekmektedir ama önce bunun nasıl başarılacağı üzerinde durulmalıdır. Elinde/kavrayışında buna dair doğru analiz metotları olmayanın, gerçeğe ulaşma şansının bulunmadığı ortadadır.  Diyalektiğin materyalist karakteri, iktisadi, toplumsal ve politik yasaların doğru kavranışına bağlı olarak şekillenmektedir. Marksizm dogmalar yığını değildir ama günümüz sisteminin şifrelerini çözümleyen bir bilimi ifade etmekle, geçerliliği ve doğruluğu kanıtlanmış bir dizi tez ve tespiti içermektedir. Bunlarla oluşturduğu temel sayesinde çağımızda da yol gösterici bir ışık ve yol açıcı bir anahtar olma işlevini yüklenmiştir. Eskimeyen özü, değişimi açıklama kudreti, gelişime açık yapısı sayesinde ışığı sönmemekte, rehberlik misyonu devam etmektedir.

Sorun elbette kavrama-anlama eksenli yorumlanıp, değerlendirme bunun sonucu oluşturulamaz. Bir boyutu oluşturan teknik ve bu bağlamda ustalaşma, esasa rengini veren sınıfsal olgudan kopuk değildir. Düşünce, ayağın basılı olduğu zeminin ürünüdür. Çelişkinin yarattığı devinimin sonucu biçimlenen düşünce, buradaki sınıfsal çatışmanın yansımasıdır. Dışsal faktörleri ön planda tutan bütün yaklaşımlar, farkına bile varamadan batığın anaforunda kalmışlardır. Durumu açıklamakta düşülen yanlışın asıl faturasını kendisinin ödeyeceğinin farkında olmama hali, trajiktir.

Proletarya Partisi’nin Şubat 2010 Tarihli Değerlendirmesi

Nepal’deki sürecin geldiği aşamayı sağlıklı değerlendirebilmek için filmi biraz daha geriye sarmaya ihtiyaç vardır. Önce yakın döneme ait gelişmelerin, proletarya partisi tarafından bir karar özeti bağlamında nasıl değerlendirildiğini hatırlamakta fayda olduğunu düşünüyoruz:

“[Maoist komünistlerin halk savaşı mücadelesinde iktidarı almaya en yakın oldukları ülke Nepal’deki gelişmeler, bilindiği gibi BNKP-M (2009 Ocak ayında NKP-M ile NKP Maşal’ın birleşmesi sonucu oluşturuldu)’nin önderlik ettiği hükümetin Genelkurmay Başkanı’nı görevden alması nedeniyle Mayıs ayında hız kazanmıştı. Kongre Partisi üyesi devlet başkanının bu kararı veto etmesi üzerine Başbakan Prachanda bunu darbe olarak niteledi ve istifa etti ve yerine Nepal Komünist Partisi- Birleşik Marksist Leninist (NKP-BML)’den Madhav Kumar geçti. Bu aynı zamanda “koalisyon”un sonu anlamına geliyordu. 7 hâkim sınıf partisiyle kurulan ittifakın nihayetinde çatlayacağı bilinen bir olguydu ve kilitlenme noktasında yapılacak olan, savaşın yeniden başlatılmasıydı. BNKP-M’nin grev, sokak gösterileri ve protesto eylemleriyle beraber şehirlerde geliştireceği halk ayaklanmasını hayata geçirme yolunda adımlar atılmaya başlanmıştır.

nepal gerillaTemmuz’da yapılan MK toplantısında bölgesel federal yönetimler ve yerel yönetim organlarını kurma kararı alan ve Devrimci Birleşik Cephe’nin inşası ve Birleşik Halk Hareketi’nin örgütlenmesini planlayan Nepalli yoldaşların, bununla beraber “barış süreci”nin raydan çıkarılması ve yeni-demokratik anayasa girişiminin engellenmesini durdurmak amacıyla hareket ettiklerini açıklamaları, “hassasiyet” ve “sabır”larının son derece güçlü olduğunu göstermektedir. Beyaz ve kızıl ordular arasındaki entegrasyon hedefinden vazgeçmeyen BNKP (M)’nin “zorlu” bir yoldan ilerlediği görülmektedir.

29 Haziran 2007’de ilan edilen cumhuriyetten bugüne geçen sürede amaca uygun adımlar atıl(a)maması karşısında beklenen süre, parti içinde de kamuoyuna yansıyan çapta tartışmalar doğurmuştur. Önderliğin “sabrını” uzlaşmacı bir anlayış boyutunda sorgulayan “muhalif” SB üyelerinin tavrı, biz dâhil eleştiride bulunan çeşitli kardeş partilerin değindiği husus ve kaygılarla örtüşen benzerlikler taşımaktadır. Parti içinde bir uzlaşıyla sonuçlanan son MK toplantısından sonra alınan kararlar, bu süreçten belli derslerin çıkarıldığına işarettir ama gidişatı esas olarak süreç belirleyecektir.

İdeolojik mücadeledeki süreç ve görevlerimiz bakımından belli bir süredir gündemimizde bulunan Birleşik Nepal Komünist Partisi-Maoist – (BNKP (M)) özgülündeki gelişmeler daha da kritik aşamalara gelmiştir. Bir yandan parti içerisindeki iki çizgi mücadelesi dışa vurmuş diğer yandan Hindistan KP (Maoist) ve Amerika DKP (RCP-USA), eleştirilerini alenileştirme tavrına girmiştir. Eleştirilen hususlarda görülen ortaklık şaşırtıcı değildir. Zira belli yorum ve yaklaşım farkları bulunsa da, MLM ideolojiyi kriter/referans olarak alma halinde benzer analizlere ulaşmak zor olmasa gerektir. Nitekim NKP (M)’in yeni tezler geliştirirken bu referansla sık sık bağını koparması, kendi içerisinde belli bir “tutarlılığa” işarettir.

BNKP (M)’nin sürecine bakacak olursak; önce nesnel şartların değiştiği, “yeni biçim ve görünümler aldığı”, yani emperyalizmin “global devlet” formuyla başka bir aşamaya taşındığı savunulmakta, bundan kaynaklı 21. yüzyılda MLM ideolojinin yaratıcı biçimde geliştirilmesi ve zenginleştirilmesi (dolayısıyla “Prachanda Yolu” denilmesi) gerektiği iddia edilmektedir. Mao ve Lenin gibi ustaların günümüzdeki “yetmezliği” ile “geçersiz ve zamanı dolmuş” olması da bu çerçevede açıklanmaktadır. Buradan ilerlenerek, bilimsel sosyalizmin devlet ve devrim ile proletarya diktatörlüğü teorileri revize edilmekte; devrim stratejisinde “orijinal katkılar” (Halk Savaşı ile Toplu Ayaklanma modellerinin birleştirilmesi –füzyon-) ile bağlantılı olarak, “barışçıl geçiş” ve “çok partili demokrasi” konularına yer verilmektedir.

Bütün bunlar elbette pratiğe yön vermekte, başka bir deyişle pratik politikanın açıklayıcısı olmaktadır. Barış görüşmelerindeki anlaşmalardan başlayarak komprador-feodal partilerle kurulan ittifak, krallığın devrilmesi ve burjuva demokratik cumhuriyetin kurulmasına atfedilen önemin niteliği, Halk Kurtuluş Ordusu (HKO)’nun silahsızlandırılması, GKB (Genç Komünistler Birliği)’nin etkisiz/hareketsiz kılınması, Üs Alanları’ndaki inisiyatifin terk edilmesi, enternasyonal alanda ilkesiz (pragmatist) ve sorumsuz bir politika takip edilmesi ve özellikle Hint yayılmacılığına karşı tavizkar olunması gibi hususlar, örnek olarak sıralanabilir.

BNKP (M) ile ilgili durumu özetleyen HKP (M)’nin şu satırlarına katılmamak mümkün değildir: “MLM ideolojisinde kavrayış eksikliği, “çabuk zafer” anlayışı, halk savaşının bir dizi başarısıyla gelişen Nepal’de devrimin yoluna ilişkin eklektizm, günümüz dünyasındaki değişime yönelik yanlış bir değerlendirme ile emperyalizm ve proleter devrim çağının doğasında niteliksel bir değişim olduğu sonucuna varılması ve tüm savaş içinde bazı savaşlarda geçici yenilgileri zafere dönüştürebilecek stratejik bakış açısındaki yetersizlik, NKP (M)’nin duruşunda sarsılmaya ve sağ oportünizme kaymasına sebep olmuştur.”

Diğer yandan, BNKP (M)’deki gelişmelere göz atacak olursak; tarihinin en keskin tartışmalarından birisi olarak kaydedilen 17-26 Kasım 2008’de (Chunwang) MK toplantısında yaşananlar, önce ileri sürülen tezler sonra da demokratik ortamın yaratılmış olması nedeniyle umut verici bir duruma işaret etmektedir. Bu ortamı sağlayan en önemli nedenin Maoist parti anlayışı olduğunun altı çizilmeli, sonra vurgulanması gereken nokta Halk Savaşı’nın kazandırdıkları olmalıdır. Bu tartışmada başlıca üç sorun üzerinden hareket edilmiştir.

Birincisi, yaşanan deneyimlerin nasıl sentezleneceği, ikincisi devrim müttefiklerinin nasıl ve hangi taktiksel sloganla birleştirilebileceği ve esas düşmanın nasıl tecrit edilebileceği, üçüncüsü ise üç mücadele cephesi arasında koordinasyonun nasıl sağlanacağı ve hangisinin esas olduğu üzerinedir.

Bu çerçevede yürütülen çalışmaların çeşitli spekülasyonlara da yanıt niteliğinde vardığı ortak tespitlerin başında, Maoistlerin hükümete girmesi ve cumhuriyet ilanına karşın Nepal’ın sosyo-ekonomik açıdan bir değişime uğramadığı, yarı-sömürge yarı-feodal yapının sürdüğü gelmektedir. Bir diğeri ABD emperyalizmi ve Hint yayılmacılığının işgal tehdidinde ciddi bir yükseliş olduğudur. Bu durumun devrim karakteristiğinde “ulusal” faktöre dikkate değer bir yer açtığı üzerinde durulmaktadır.

“Federal demokratik ulusal halk cumhuriyeti” başlığı ve sloganıyla oluşturulan programın sürecin önünü açacağı konusunda mutabakat sağlanmıştır. Bu programın birinci ilerleme noktası toprak reformu ile feodal toprak beyliğini saf dışı bırakmak, ikincisi Beyaz Ordu ile Halk Kurtuluş Ordusu’nu birleştirmek şeklinde çizilmektedir.

Konulara ilişkin farklı görüşlerin çatışmasıyla oluşturulan sentez (bu konuda ABD DKP’nin, “birin ikiye bölünmesi yerine ikinin bir yapılması” hususunda öteden beri olan yöntem ve yaklaşım eleştirisi önemli bir yerde durmaktadır), parti birliğini de güçlendirerek sonraki döneme ilişkin bir perspektif sunulması anlamına gelmektedir. Bu yeni taktik sürecin gereği olarak bir yandan parlamenter partiler ile mücadele yoğunlaştırılacak diğer yandan devrimci parti ve örgütlerle “birleşme” konusunda somut adımlar atılacaktı. Nitekim ilk birleşme NKP (Birlik Merkezi-Maşal) ile 12 Ocak 2009’da gerçekleşti. Zamanında Halk Savaşı’nın başlatılması konusunda yaşanan ayrılık, yeni sürece dair (yeni demokratik devrimin tamamlanması ve MLM konuları) ortaklaşma neticesinde ortadan kaldırılmıştır.

Belirlenen program doğrultusunda adım atılmaya çalışılırken Ordu’ların birleştirilmesi noktasında ilk ciddi kriz meydana gelmiş, bilinen olayların sonunda Prachanda yoldaş istifa etmiş ve BNKP (M) hükümetten çekilmiştir. Bu tarz bir gelişmenin yoldaşlar tarafından hangi vadede öngörüldüğü tartışma götürmektedir. Basanta yoldaşın Red Star dergisinin 16-31 Mart tarihli sayısında yayınlanan 12.03.09 tarihli makalesinde, nesnel boyutlarıyla “barışçı geçiş” süreci ve bu bağlamda hükümette bulunma hali ile “dost” çevrelerden gelen eleştirilere dair yorumları dikkat çekicidir. Yoldaşın, komünist hareket tarihinde bir “ilk” olarak belirlediği “partinin hükümetteyken devrime önderlik etmesi” meselesi, iyimser yorumlarının aksine fazla uzun ömürlü olamamıştır. Sağ oportünizmle mücadele ederken dogmato-sekterizme düşme tehlikesi karşısında “yeni yüzyıl, yeni koşullar” ve “özgün durum” adı altında geliştirilen düşünce ve taktiklerde ısrar, parti çizgisi üzerindeki tartışmanın henüz istenen/beklenen sonuçları vermediğini göstermektedir.

Basanta’nın, “21. yüzyılın devrimlerine 20. yüzyılın gözleriyle mekanik şekilde bakmanın sonucu olarak nesnel şartlardaki değişimlere cevap olmak için ideolojiyi geliştirmeye önem vermeme sorunu günümüz komünist hareketinde ideolojik bir sorundur.” tespitine katılmamak mümkün değildir. Ama tam da bu çıkış noktasında tuzağa düşme ya da ileriye doğru adım atma arasında bir tercih söz konusudur. Kendi durumu ve çoktan yapılmış tercihini kamufle amacı taşınmıyorsa, çok geç kalınmadığı takdirde tuzaktan sıyrılma şansı her zaman vardır. Tuzaktan kast edilen elbette proleter dünya devrimine ait temel doğrulardan sapma halidir. Dogmatizmle mücadelede, özgünlük ve “yeni model” oluşturma adına, ideolojinin temel unsurları bozulduğu takdirde varılacak noktanın, çeşitli devrimlerin trajik aşamalarına denk gelen sayısız örneği bulunmaktadır.

Hükümetten ayrılmayı da içine alan süreç değerlendirmesinin yapıldığı Temmuz’daki MK toplantısının, öncekinden daha da şiddetli geçtiği ifade edilmektedir. Hisila Yami’nin 5 Ağustos tarihli yazısında, 2005’de savaş sürerken Rolpa’da yapılan ve barışçı mücadele taktiklerinin kabul edildiği toplantıdan bu yana “en önemlisi” olarak nitelediği bileşimde, iki çizgi mücadelesinde yeni bir “sentez”e ulaşıldığı iddia edilmektedir. Bu toplantıda mücadele eden çizgilerden birincisi, barış sürecine son verilmesi ve eski günlerdeki gibi savaşa yeniden başlayıp devrimin tamamlanmasını istemekte; lüks yaşam tarzını geliştiren ve saflar arasında eşitsizliği derinleştiren parti önderliğinin sağa kaydığı ve devrim davasından uzaklaştığını savunmaktadır.

İkinci görüş ise mevcut çizginin biçimsel yaklaşımla sağcı ve reformist olarak algılandığı, ne var ki ülke gerçekliğine bakıldığında, özünde devrimci olduğunu ileri sürmektedir. Bu görüş sahipleri özgün durumun unutulmaması gerektiği ve devrimin zikzaklarla ilerleyeceğini hatırlatmaktadır. Özünde farklı olmayan her iki çizginin gelinen noktayı yeterli bulmamakta anlaştığı ancak hareket hızı ve zamanlama konusunda ayrıştığı vurgulanmaktadır. Oysa bu iki çizgi arasında ciddi farklar vardır ve bunu farklı bir biçimde göstermenin devrim mücadelesine hiçbir katkısı olmayacaktır. MK toplantısında sağlanan uzlaşmayla varılan karar, önceki hedef doğrultusunda halk hareketi yaratmak üzere eyleme geçmektir. Bir aylık eylem programının Üçüncü Halk Ayaklanması’nı başlatabilmek için yeterli bir birikim sağlayacağı öngörülmektedir.

Nepal’deki süreç bazı konu başlıkları ve ayrım noktalarıyla beraber böyle akmaktadır. Bu gidişata, benimsenen politika ve taktikler ile ileri sürülen görüş ve tezlere yönelik yukarıda ismini andığımız partilerin birçok eleştirisi yayınlanmıştır. Bunların bir bölümü başka kardeş partiler tarafından da ikili görüşmeler zemininde savunulmaktadır. Kaldı ki partimiz de sürecin başından itibaren bu hususların önemli bir kısmının altını çizmiş ve NKP (M) ile yapılan merkezi görüşmelerde gündeme taşımıştır. Ancak eleştirilerin alenileştirilmesi konusunda partimizin durumunun henüz olgunlaşmadığını söylemek gerekiyor.

Bu durum ikili ve kapalı tartışma sürecini aşan söz konusu iki parti açısından geçerli değildir. Partimizin çoklu platformlar üzerinden tartışma açılmasını savunduğu bu gelişmeler, örgütlenme sağlanamadığı için başka şekilde ele alınmak durumundadır. Bunun için tercih ettiğimiz yol ikili ilişkiler üzerinden değerlendirmelerde bulunmak sonraki aşamada görüşlerimizi kamuoyuyla paylaşmak şeklindedir. Nitekim HKP (M)’nin Mayıs ayında BNKP (M)’e gönderdiği mektupta, “Bu Açık Mektubu sizle ve dünya çapında Maoist devrimci kampla polemik yapmak için gönderiyoruz.” denilmektedir.]” (Komünist 64, Şubat 2010, s.72-75, 130-131)

“Demokratik Cumhuriyet”e Parlamenter Ulaşım

Bilindiği gibi yaklaşık 6 yıl önce girilen barış süreci öncesinde toprakların yüzde 80’inde denetim ele geçirilmiş, düşman ağır bir yenilgiye uğratılmış ve başkent Katmandu’ya sıkıştırılarak kuşatma altına alınmıştı. Son darbenin indirileceği aşamada gerek şehirde yeterli bir birikimin bulunmaması, gerekse de emperyalist ve yayılmacı güçlerin (Hindistan devleti) müdahale olasılığı, karşı-devrimin barış çağrılarına yanıt vermeyi koşullamış ve seçimler yoluyla parlamentoda elde edilecek güç üzerinden yeni demokratik devrim sürecinin tamamlanabileceği öngörülmüştü.[1]

Bu yolla mutlak bir sonuç, kesin bir zaferden açıkça bahsedilmiyor, belirleyici güç olarak halk ayaklanmalarından söz ediliyordu ama gidişat daha işin başında belli olmuş, girilen kulvardan çıkıl(a)mayacağı ise çok geçmeden anlaşılmıştı. Esasen bunun işaretleri sürece henüz girilmişken ortaya atılan görüş ve tartışmalarda kendini gösteriyor, Baburam Bhattarai’nin “demokratik cumhuriyet” formülasyonu[2] Kruşçev’in ünlü “barışçıl geçiş” tezinin versiyonu olarak dillendiriliyordu. Bu tezin hâkim görüş haline geldiği ve süre giden stratejiyi tarif ettiğine kuşku yoktur.[3] Kaldı ki kimse gerçek düşüncelerini açıklamaktan da çekinmemektedir.[4]

Burada, temel gerçeklere/kavramlara yaklaşım bozukluğundan önce, tartışma konusu olan güç dengesi üzerinde durmak gerekir. Kitlelerin gücüne dair kavrayış sorunu, hakeza emperyalist ve gerici sınıfların rolü ve durumuna ilişkin belirlemeler tipik bir sınıfsal yanılgıyı göstermektedir. Bu bağlamda gündemleşen tek bir ülkede devrimin başarılabilmesinin zorluğu hatta imkânsızlığı konusu, bu alanda yeni bir tartışma değildir. Emperyalistlerin “büyük” etkinliği ve egemenliği üzerinden müdahale pratikleri de örneklendirilerek ileri sürülen görüş, tek ülkede sosyalizmin yaşatılamayacağına varan bir boyut almakta ve proleter devrimlerine ket vuran bir içerik taşımaktadır. Bu yaklaşımın yapı taşları, sınıf işbirliği, uzlaşı içerisinde kaderine razı olma durumu, iyileştirmeci bir felsefeyle donanmış reformizmdir. Devrimlerin tek ülkede imkânsızlığı inancıyla çıkılan yolculuk devrimlerin bütünüyle imkânsızlığı ve dolayısıyla gereksizliğine varmaktadır.

“Bölgesel devrim” görüşleri, “ulusal cephe”nin mutlaklığını karşı-devrimci sınıflarla işbirliği şeklinde formüle etme çabaları, bu temelde hayat bulmaktadır. Emperyalizmden soyutlanan bir karşı-devrimci sınıf olgusu yaratılmış, devrimci mücadele, klik kavgasının basit bir aracı olarak, kaldıraç işlevi görme noktasına itilmiştir. Gonzalo’dan sonra Prachanda ve arkadaşlarının yenilgi ya da açmaza düşme aşamasında teslimiyete/savruluşa giydirdikleri elbise budur. Yeniden ve yeniden mücadeleyi sürdüremeyen, bu yönde yinelenen kararlar aldığı halde “kaldığı yere” dönmeyi göze alamayıp devrim hedefinden hızla uzaklaşanların, daha büyük zorluklar karşısında tedavülden kalkmış teorilere sarılması başka nasıl izah edilebilecektir?

Yukarıda aktardığımız değerlendirmelerin açıklandığı günleri takip eden dönemde (Ekim 2010) yapılan genişletilmiş parti toplantısında, egemen sınıflara karşı birleşik bir cephe kurma politikası kabul edildi. Silahlı halk ayaklanması mücadelenin esas biçimi olarak belirlendi. Yanı sıra tali olarak da sokaktaki, yasal alandaki ve hükümet içindeki mücadelenin sürdürülmesi taktiğinin benimsendiği ilan ediliyordu. Uygulamada buna göre değil tam tersi bir hat izlendi ve ağırlık verilen parlamentoda komünistler ve yurtsever güçler 2/3 çoğunluğa sahip olduğu halde, -pek doğal olarak- iktidarda söz sahibi olabilecek bir pozisyon elde edemediler. Oyalanmaları için teslim edilen bakanlık koltuklarında, bulundukları yerin teorisini geliştirmekten başka bir üretim ve icraat içerisinde olmadılar.

Ancak durumun bununla sınırlı kalmayacağı ve proletaryaya/halka hizmet etmeyenin burjuvaziye, emperyalizme hizmet edeceği kuralı acımasızca işlemeye devam etti. Devlete ait temel gerçeklerin daha çok farkında olan egemen sınıflar, önce Halk Ordusu’nun tasfiyesi yolunda adım attılar. Beraberinde savaş döneminde kamulaştırılan toprakların iadesi ve bir diğer önemli güç olan gençlik örgütünün etkisiz kılınması kararları da devreye sokuldu.[5]Diğer yandan, emperyalistlerin taşeronluğunu da yapan Hindistan gericiliğiyle köleleştirme anlaşmalarına tereddütsüz biçimde imzalar atıldı. Bu anlaşmaları imzalayan başbakanın, bir zamanlar konuya “açıklık” getirmiş bulunan Baburam Bhattarai olması, tarihin cilvesi olarak kayıtlara geçecektir.[6]

HKO’nun tasfiyesine giden süreç hatırlanacağı gibi üs alanlarının dağıtılması ve kızıl ordunun silahsızlandırılması ile başlamıştı. Bu politikayı Çin pratiğiyle benzerlik kurarak açıklamaya çalışmak, gerçeklerin açıkça tahrif edilmesidir.[7] Oysa, ABD DKP ile yürüttükleri polemik kapsamında, 01.07.2006 tarihli mektuplarında,  ittifak kurdukları parlamenter partilerin gerçek yüzünü bildiklerini, düşman içindeki çelişkilerden yararlandıklarını, HKO’yu güçlendirmeye ve 24 saat savaşa hazır olmaya öncelik verdiklerini, diplomaside uzlaşma olabileceğini ancak HKO’yla ilgili bir uzlaşmanın mümkün olmayacağını, taktiklere siyasi açıdan güçlenmek için başvurduklarını, burjuvazinin daha kötüsünü engellemek için bunları kabul etmeye mecbur kaldığını, stratejide bir değişimin olmadığını belirten Nepalli Maoistler; sabırlı olunmasını, beklenmesini ve izlenilmesini talep etmişlerdi.

BNKP (M), bu resmi mektupta, kendi ifadelerinde çelişkiler bulunduğunu kabul ettiklerini, bunları düşmanı aldatmak ve uluslararası alanda çelişkileri kullanmak adına yaptıklarını, Kurucu Meclis talebi kabul edilse de bunun asıl çözümü getirmeyeceğini bildiklerini, biçimsel bakılmaması gerektiğini söylemektedir. “Siyasi içeriği doğru alınırsa, toprak reformu yapılırsa, ulusal ordu kendi önderliğimizde kurulursa, neden karşı çıkılması gerekir ki?” sorusu sorulmakta, devamla, “Kitleler barışçıl çözüm istemektedir, devrimci partiler hedeflerine barışçıl yöntemlerle ulaşamadıklarını kanıtlamamalılar.” denilmektedir. Ancak sürecin tam tersi yönde aktığı, toprak reformu bir yana el konulan toprakların geri verildiği; ulusal ordunun bırakın kendi önderliklerinde kurulması, halk ordusunun bile tasfiye edildiği bir süreç yaşanmaktadır. Durumu ne o günlerde ne de bugün “kitlelerin barışçı çözüm talebi” ile açıklamak inandırıcı değildir.

Muhaliflerin Yakın Döneme Dair Görüşleri

Parti içerisinde tartışma yürüten kimi yoldaşlar, yukarıdaki anlaşmalara yön veren politikaları sert biçimde eleştirmekte ve ağır tanımlar kullanmaktalar. Ne var ki önceki sürecin mimarları arasında anılan bu yoldaşların, parti iktidarındakilerle gerçek nitelikte kopuş sağlayan bir yaklaşım içerisinde olup olmadıkları da değerlendirilmek durumundadır. Yakın dönemin bazı ayrıntılarını bu yoldaşların ağzından aktarmakta yarar bulunmaktadır:

“Öncelikle, burjuva çalışma tarzına karşı mücadele evresi. Partimiz, barış anlaşmasını imzalayıp şehirlere yerleştikten sonra parti içi burjuva çalışma tarzı yaygınlık kazanmaya başladı. Balaju’da bu çalışma tarzına karşı alınan kararların bulunduğu belge hiçbir zaman okuma, tartışma ve uygulama amacıyla partililere dağıtılmadı.

İç mücadelenin ikinci aşaması partinin benimseyeceği yeni taktiğe dairdi. Nepal’ın bir demokrasi olduğunun ilanından sonraki bir yıllık süre boyunca partinin hiçbir taktiği yoktu. 2008 Kasımında gerçekleştirilen Kharipati Kongresi sonunda Nepal’in hala yarı-feodal ve yarı-sömürge bir ülke, ‘federal demokratik cumhuriyet’ adı verilen yönetim biçimininse karşı-devrimci olduğuna karar kılınmış ve parti Federal Halk Cumhuriyeti’ni hedefleyerek yeni demokratik devrimi sonuna kadar sürdürme taktiğinde karar kılmıştı. Bu karar hala geçerlidir ve uygulamaya konmayı beklemektedir.

Üçüncü aşama, yukarıda belirtilen taktiğin uygulanması için planlar geliştirmeye dairdi. Parti, Kharipati Kongresi’nden sonra dokuz ay boyunca elle tutulabilir bir plan ortaya koyamadı. Daha sonra 2009 Ağustos’unda başlayan ve üç ay süren MK toplantısı, bazı önemli kararlara vardı. Birincisi, Federal Halk Cumhuriyeti için halk ayaklanmasının gerekli olduğu, ikincisi ise, halk ayaklanmasının başarıya ulaşması için dört hazırlığın ve dört üssün zaruri olduğuydu.

Dördüncüsü, planın uygulamaya konmasına ilişkin tartışmaların söz konusu olduğu aşamadır. Parti, bu planı üç aşamada uygulamaya koymaya karar vermişti. Bunlar, 6 Nisan 2010’daki kitlesel yürüyüş, 1 Mayıs ve süresiz genel grevdi. 1 Mayıs 2010 tarihinde parti Kathmandu’daki Tundikhel Stadyumu’nda, genel grevin halk ayaklanmasına dönüşerek, emekçi yığınlar iktidarı zapt edene kadar sürdürüleceğini ilan etmişti. Bu açıklamayla birlikte halk yığınlarını eşi benzeri görülmemiş bir heyecan sarmıştı. Ancak ilginç bir şekilde, söz konusu grev ilan edilişinin üzerinden iki hafta henüz geçmişken durdurulmuştu. Parti bu kitlesel grevin durdurulmasına sebep olan nesnel ve öznel durumun tam bir değerlendirmesini hala yapmış değildir.

Beşinci aşama, Palungtar toplantısında ve sonrasında gelişen ideolojik mücadeledir. Yapılan şey, dönüşümün, birliğin ve halk ayaklanmasının başka alternatifleri olmadığına karar verilmesiydi. Ama ilginçtir ki önder çekirdek kadrolar bu alınan kararların pratikte uygulanmasının önemine pek vurguda bulunmamıştır.

Altıncısı, önderliğin Sukute toplantısında 180 derecelik keskin dönüşünden sonraki aşamadır. Dört gün öncesine kadar gözü halk ayaklanmasından başka bir şey görmeyen önderliğimizin, Singapur gezisinden sonra Sukute’ye geldiğinde her yanda karşı-devrim tehlikesi görmesinin sebebi açıklanabilir değildir.

Bu süreç, reformizmin parti içinde yer edinmesine olanak tanıyacak bir ortam oluşuncaya dek yıllarca sürdü. Ve öyle bir noktaya gelindi ki, bir yandan devrim tezahüratları yapılırken artık devrim tasfiyeye uğruyor. Önderliğin bunu planlı biçimde, kasten yaptığı söylenemez. Ama gerçek şudur ki, bu olan bitene yol açan önderliğimizin sırtını yasladığı problemli ideolojik zemindir. Sukute’nin kanıtladığı şey, felsefede eklektizmin ve siyasette orta yolculuğun yol açtığı şeyin reformizm olduğudur.

Demokratik merkeziyetçiliğin daha etkili bir hale getirilmesine ilişkin pek çok örgütsel soruna dair de bir çizgi mücadelesi mevcuttur. Özellikle merkeziyetçiliğin bürokratizme ve totalitarizme evrilmekte olduğu şu noktada, partimizin gündemindeki tartışmalardan biri de önder çekirdeğin yukarıdan aşağı şekilde, kolektif kararın merkezi bir ifadesi olan bir komite sistemine, tam anlamıyla nasıl dönüştürüleceğine ilişkindir.

Nepal’deki yeni demokratik devrim sürecinin, karşı-devrimin eşiğinde olduğu artık gün gibi açıktır. Bu tehdit, HKO’nun ‘entegrasyon’ bahanesiyle gerçekleştirilmek istenen lağvı ve sözde yeni bir anayasanın yazılması için ‘mutabakat oluşturmak’ adına komprador, bürokrat burjuvazi ve feodal derebeyleriyle imzalanması tartışılan uzlaşı belgesinde vücut bulmaktadır.

Parti içinde sürmekte olan iki çizgi mücadelesinde bir hat Federal Halk Cumhuriyeti’nin kapısını açarak Nepal yeni demokratik devrimini sürdürmeyi savunurken, bir hat da burjuva demokrasisini kurumlaştırarak yeni demokratik devrimi geriletmeyi savunuyor.” (İndra Mohan Sigdel (Basanta), NBKP (M) MK üyesi, Ekim 2011)

“Partimiz içinde süregitmekte olan çizgi mücadelesi artık sadece kadrolarla sınırlı değil, sokaklara dökülmüş durumda. Genel Başkan, diğer yoldaşların haberi olmaksızın, Madheshi partileri ile demokratik bir cumhuriyet anayasası yazacağını beyan eden 4 başlıklı bir anlaşma imzaladı. Bunu imzalayarak, partinin federal halk cumhuriyetini inşa etme yönündeki hattını görmezden geldi, diğer yandan da parti tüzüğünü ihlal etmiş oldu. Dahası, bahsi geçen anlaşmada komşu ülkelerin tüm tekliflerinin çözüme kavuşturulacağını söyleyen bir cümle var. Gerçekte bu, Hindistan’ın Nepal’e imzalatmaya çalıştığı olağanüstü anlaşmaya destek anlamına geliyor. Buna göre, Hindistan, Nepal havaalanında bir general bulundurabilecek ve dilediği zaman, ‘Nepal’deki Hintli firmaların çıkarlarını korumak için’ ordusunu Nepal’e sokabilecek.

İkinci olarak, başbakan Baburam Delhi’ye gerçekleştirdiği ziyaretinde bağımsızlık karşıtı BIPPA’ya (Karşılıklı Yatırım Teşvik ve Muhafaza Antlaşması) imza attı. Daimi komite toplantısında, bu zorlu geçiş sürecinde Hindistan’la hiçbir tartışmalı antlaşmaya imza atılmayacağı yönündeki kararı böylelikle açıktan ihlal etmiş oldu. Üçüncü olarak, Başbakan Baburam’ın ‘rahatlama paketi’ hiçbir zaman başta yoksul ve topraksız köylüler olmak üzere ezilen sınıfları kapsamıyordu. Hatta bu paketle birlikte, halk savaşı esnasında köylülerce işgal edilen topraklar toprak ağalarına iade ediliyordu.

Dördüncü olarak, partimizin hattı, ordu entegrasyonu ve anayasa yazımı süreçlerini baş başa sürdürmekti. Ama, anayasanın yazımından önce ve partimiz hükümeti oluşturduktan hemen sonra, HKO, silahların bulunduğu depoların anahtarlarının ‘özel komite’ye verilmesi suretiyle lağvedildi. Barış süreciyle alakası olduğu söylenen 7 başlıklı antlaşma, ordu entegrasyonu adı altında HKO’yu fiilen yok etti. Beşinci olarak, söylenenlere göre genel başkanımız Kongre ve BML (Birleşik Marksist-Leninist) partileri ile Nepal’i 7 eyalete bölecek ve mecliste çoğunluk tarafından alınan kararı feshedecek gizli bir antlaşma imzalamış durumda. Şayet durum buysa, bu federalizm konusunda 180 derece dönmek değil midir?

Özetle, partimiz barış sürecine girdikten ve özellikle de Baburam önderliğindeki hükümet kurulduktan itibaren önderlerimiz partinin tutumuna, algısına ve hattına aykırı, yanlış kararlar alıyorlar. Bu kararların özü sınıfa ve halka ihanettir. Halk, on yıllık halk savaşı sürecinin tüm kazanımlarını yitirmiş durumda. Halk iktidarı organları yok edildi. Maoizmin ‘halk ordusu olmayan bir halkın hiçbir şeyi yoktur’ şiarıyla oluşturulmuş HKO artık yok, şimdi de federalizm elimizden alınıyor.

Partinin, toplumsal eşitlik sağlanana dek dokunulmazlara, kadınlara, kabilelere, Müslümanlara ve Madheshilere sunacağını söylediği ayrıcalıklar da yeni anayasada yer almıyor. Halk savaşının kazanımlarından geriye ne kaldı? Halk savaşının neden verilmiş olduğu sorusuna ne cevap vereceğiz?

Prachanda, Krambhanga (Kopuş) adlı dergide yakın zamanda çıkan bir röportajında, ‘Şimdi yeni demokratik devrim göreviyle sosyalist devrim stratejisinin birleştiğini görebiliyoruz. Yani önce demokratik devrimi sonuna kadar götürelim oradan sosyalist devrime geçeriz gibi bir durum kalmadı. Demokratik devrim, halk ayaklanması, silahlı ayaklanma, sosyalist devrim… Hepsi iç içe geçmiş durumda.’ diyor. Yani genel başkanımız, burjuva demokratik nitelikte bir cumhuriyetin kurulmasını yeni demokratik devrimin tamamlanması olarak görüyor.

Bütün bunlar, genel başkanımızın felsefi alandaki kaba evrimci ve eklektik yaklaşımının ve politik alandaki sağ oportünizminin nedenlerini ayan beyan gözler önüne sermektedir. Parti genel başkanı, burjuva demokrasisine sosyalist devrim elbisesi giydirerek yeni demokratik devrimi tasfiye edecek yeni revizyonist bir hattın zeminini inşa etmektedir.” (İndra Mohan Sigdel (Basanta), NBKP (M) MK üyesi, Kasım 2011)

Nepal’de halk savaşına başarıyla önderlik eden ve şimdi de devrimi sürdürme konusunda tarihsel bir eşikte bulunan BNKP (M)’ye hakim olan revizyonist çizgiyle mücadelede, önderlik kademesi başta olmak üzere parti içinde harekete geçen, görüş ve eleştirilerini açık biçimde ortaya koyan yoldaşlar, bunu bir süredir kamuoyuyla paylaşmaktan da çekinmemektedir.[8] Bu hareket tarzı, durumun son derece ciddi olduğunun bir diğer kanıtıdır. Muhalefeti oluşturan grubun, Prachanda’nın partiye sunduğu son raporu takiben, belli başlı konularda yaptığı en son değerlendirmesi, eleştiri ve önerileri özetle şöyledir:

“ (…) 2- Başkan Yoldaş tarafından sunulan rapor üzerine:

Raporun dördüncü maddesi parti içinde var olan aynılık ve polemikten bahsetmektedir. Raporda şöyle denmekte: ‘Parti içinde MLM/Düşünce (Marksizm-Leninizm-Maoizm/Mao Zedung Düşüncesi), devrimin temel prensibi ve esas önermelerinin savunulması, uygulanması ve geliştirilmesi; partinin nihai hedef ve azami programı olarak sosyalizm ve komünizm; asgari programı ve stratejisi olarak halkın yeni demokratik devrimi; ülkenin mevcut objektif koşullarında partinin temel taktiği olarak halkın federal cumhuriyeti ve federal cumhuriyetin kabul edilmesi; ve özellikle ulusal kurtuluş ve federal cumhuriyet üzerine odaklanan halkın ayaklanması konularında ciddi bir ihtilaf bulunmamaktadır. Fakat çelişki ve ihtilaflar daha çok yukarıda ifade edilen hedeflere ulaşmak için atılacak taktik adımlarla ilgili konular üzerinde yaşanmaktadır. Ki bunlar, belli koşullar altında partinin büsbütün ideolojisini etkilemiştir.’

Burada açıklanan konuların bazılarını ortaya koymak gerekiyor. Partinin temel ilkesinde, Marksizm-Leninizm-Maoizm/Mao Zedung Düşüncesi gibi bir paralellik ve şaşırtmaca ifade bulunamaz. Bu konu üzerine uzun bir tartışma yaşanmış ve belli prosedürleri tamamlayarak bu sorunun çözümünde ortaklaşılmıştı. Bu vesileyle, bu meselenin ‘Maoizm’ kavramını kullanarak çözülmesinin uygun olacağı şeklinde bakışımızı kesinleştirmiştik.

Açıktır ki biz, yeni halk demokrasisini partinin asgari programı ve stratejisi; sosyalizm ve komünizmi ise azami programımız olarak kabul etmiştik. Fakat Başkan yoldaş, çeşitli medya beyanlarında ve daha özelde Kramvanga dergisiyle (Sayı 2, Kasım/Aralık 2011) yaptığı röportajda, halkın yeni demokratik devrimi ile sosyalist devrim arasındaki sınır çizgisinin incelmekte olduğunu ve halkın yeni demokratik devriminin ve sosyalist devrimin tamamlanması görevinin tek bir görevde merkezileştiğini söylemişti. Başkanın bu görüşleri, devrimin kavramları, programı, stratejisi ve taktikleri ile ilgili meselede büyük bir karmaşa ve ciddi ideolojik sorun yaratmıştı.

Gerçek sorun, demokratik cumhuriyeti partinin stratejisi olarak kabul ederek parlamenter sisteme saplanıp kalınması ya da halkın federal cumhuriyetinin kurulması için ileri yürünmesi sorunudur. ‘İnşa ve yıkım’ diyen yukarıda bahsi geçen rapor, direkt olarak Merkez Komite’nin Chunbang toplantısında kabul ettiği federal cumhuriyet fikrine karşıdır. Ki bu toplantıda şu görüş ifade edilmiştir: ‘Gerici sınıf ve onların partileri demokratik cumhuriyeti burjuva parlamenter cumhuriyete dönüştürmeye çalışacaklardır, oysa bizimki gibi bir proletarya partisi onu halkın yeni demokratik cumhuriyetine dönüştürecektir.’

Barış, anayasa ve hükümet, ideoloji ve stratejinin bir bütün parçası olarak kesinlikle birbirine bağlıdır. Başkan yoldaşın bakışında, barışın anlamı Halk Kurtuluş Ordusu’nun silahsızlandırılması, teslimiyet ve halkın demokratik devriminin tasfiye edilmesidir; anayasanın anlamı parlamenter bir anayasa yazılması ve hükümetin anlamı da eski devlet aygıtının kölesi olmayı kabul etmektir. Uzlaşma (‘ver ve al’) görüşmelerde yapılmıştır. Fakat tüm bu süreçte, o her şeyi vermiş fakat hiçbir şey almamıştır. Bu sadece bir uzlaşma değil toptan teslimiyet ve kapitülasyondur. Mevcut durum göstermektedir ki Kurucu Meclis, taktik değil stratejik olarak ele alınmaktadır. Bu minval üzere, çabalar halkın yeni demokratik devrimini ve kitle ayaklanmasını sona erdirmek ve tasfiye etmek için harcanmaktadır.

Başkan yoldaşın raporu, partinin koşullarını çok karamsar bir şekilde betimlemektedir. Partinin tehlikeli bir şekilde çözülmeye ve tasfiyeye doğru gittiğini söyleyerek, ‘parti aslında ölüyor’ demektedir. Benzer bir şekilde, rapor bir yandan partinin zengin sınıfıyla işçi sınıfı arasındaki çelişkiyi gizlemeye çalışarak diğer yanda tüm partinin öldüğünü ifade etmektedir. Bu gerçeğin çarpıtılmasıdır çünkü sadece eski ve muhafazakâr güç ölmektedir, tüm parti değil. Gerçekte, eski parti ölmekte ve yeni bir parti doğmaktadır.

Başkan yoldaşın raporunun beşinci ve sekizinci maddelerinde, konteynırların anahtarlarının devredilmesi ve dört maddelik ve yedi maddelik anlaşmaların ilgili komiteler ve parti organları tarafından oybirliğiyle onaylandığı ifade edilmektedir. Bu düpedüz yalandır.

3. Parti ve devrimin sorunları üzerine:

a. Örgütsel problem: Şu anda partide demokratik merkeziyetçilik, eleştiri-öz eleştiri sistemi, kolektif karar alma süreci, bireysel sorumluluk, komite ve önderlik sistemi, çalışma tarzı ve yöntemleri, mali işlemler, halk hakkında, parti işçileri hakkında ve uluslararası kardeş örgütlerle ilişkiler hakkındaki politikalar da dahil her şey bir karmaşa içinde.

b. Barış ve Anayasa Üzerine: Biz hepimiz barış ve anayasa için varız. Fakat ülkenin ve halkın çıkarlarına karşı olan barış ve anayasa için değil. Ülkenin ve halkın yararına bir barışın tesis edilmesi için, ulusal güvenlik politikasının formüle edilmesi, halkın anayasasının düzenlenmesi ve ordunun saygıdeğer bir şekilde entegrasyonu gereklidir. Fakat, bu meselelere ciddi bir dikkat gösterilmek yerine, Halk Kurtuluş Ordusu aşağılayıcı ve küçültücü bir yolla feshedilmektedir.

Bürokratik ve komprador kapitalist sınıfın hâkimiyeti büyümekte ve Başkan yoldaşın kendisi de bu sınıfa yedeklenmektedir. Bu durum devam ederse, Kurucu Meclis miadını hemen hemen doldurmuş olacaktır.

İki çizgi mücadelesi üzerine:

İki çizgi mücadelesi parti içinde uzun zamandır birçok aşamadan geçerek uygulanmaktadır. İki çizgi mücadelesinin merkez noktası, demokratik cumhuriyetle tatmin mi olacağımız yoksa halkın federal cumhuriyetine mi ilerleyeceğimiz; devrimi, parlamenter sistem içinde yok mu edeceğimiz yoksa kitle ayaklanması için hazırlık mı yapacağımız; ulusal bağımsızlığımızı mı savunacağımız yoksa ulusal teslimiyeti mi seçeceğimiz; halkın kendini yönetme ve yaşamıyla ilgili temel problemleri çözerken onurlu bir ordu entegrasyonu ile barış sürecini mi seçeceğimiz yoksa eski devlet iktidarı önünde diz mi çökeceğimiz; ve anti-emperyalizm ve anti-feodalizm temelinde bir anayasa mı hazırlayacağımız yoksa parlamenter gerici bir anayasa mı yazacağımız üzerinedir.

Halkın yeni demokratik devrimi süreci üzerine:

Demokratik cumhuriyetin kurulmasına ve federalizmin ve laikliğin kurumsallaştırılmasına; partimizin önderliği altında hükümetin oluşturulmasına rağmen Nepal hala yarı-feodal ve yarı-sömürge bir ülkedir. Devlet iktidarı hala komprador ve bürokratik kapitalistler ve feodal sınıfın ellerindedir. Bugün açıktır ki, komprador bürokratik kapitalist sınıf ve Hindistan yayılmacılığı ile Nepal halkı arasındaki çelişki temel çelişki haline gelmiştir.

Parti içinde çeşitli ve ciddi sapmalar bulunmakta ve bu sapmalar giderek derinleşmiş durumdadır. İki çizgi mücadelesi, bu nedenle, daha sağlam ve güçlü hale gelmektedir. Bugünün ihtiyacı, ülkeyi, halkı ve devrimi odak noktası olarak alarak; iki çizgi mücadelesini sağlıklı ve dostça bir tavırla yürüterek; ve kendimizi tüm sapmalardan arındırarak dönüşüm yoluyla partiyi birleştirmektir. Ancak biz bu tarihi ihtiyacı karşılayabildiğimizde, açıktır ki parti güçlenecek ve devrime önderlik edebilecektir.

Program, politika ve politik çizgi:

Palungtar’daki genişletilmiş toplantısının ardından gerçekleştirilen Merkez Komite toplantısında kabul edilen partinin gelecekteki politik çizgisi ve eylem planı üzerine kararlar şu anda da temel olarak doğrudur. (…)

3. Parti temsilcileri hükümetten çekilmelidir. Parlamento cephesi daha etkin bir şekilde yönetilmeli ve öncelik sokak cephesine verilmelidir.(…)

5. Ülkenin ve halkın çıkarlarına uygun bir barış süreci ve halkın anayasasının oluşturulması garanti altına alınamıyorsa, HKO’nun entegrasyonu ve halk karşıtı anayasanın oluşturulması görevi yerine getirilmemelidir. Devrim, farklı bir koşulda yeni bir anlayışla ilerletilmelidir.” (Mohan Baidya (Kiran), 27.12.2011, Demokrasi ve Mücadele)

Raydan Çıkışın İdeolojik Arka Planı

Emperyalizmde Niteliksel Değişim: “Global Devlet”

Basanta ve Kiran’ın özetlediği süreç birden bire gelişmemiştir. Bu aşamaya giden yola Prachanda ve “ikinci adam” konumundaki şimdiki başbakan Bhattarai’nin teorize ettiği görüşler damgasını vurmuştur. Ancak yukarıda da değindiğimiz gibi, bugün muhalif kanatta yer alan önderlikteki yoldaşların önemli bir bölümünün bu politikaların oluşum aşamasında itiraz değil aksine savunu içerisinde bulunduğu da gözden kaçırılmamalıdır.[9] Bunların yakından incelenmesi sayesinde durum daha iyi anlaşılacak, mevcut politikalar ve pratiğin arka planı görülebilecektir.

Bütün görüşlere kaynaklık eden temeli, tarihteki benzerlerinde olduğu gibi dünya sistemi, başka bir deyişle emperyalizme ilişkin değerlendirmeler oluşturmaktadır. Bernstein’den Kautsky’ye, Kruşçev’den Deng’e uzanan hatta, bütün revizyonistler, Marksizme aykırı görüşlerini temellendirmek için işe ekonomik-politik ve toplumsal şartları farklı bir tarife tabi tutarak başlamışlardır. Bunun böyle olması doğaldır. Zira, bütün politika ve aksiyonlar bu zemine bağlı olarak şekillenmektedir. Bu noktada yapılacak değişimin, temel kavramları başkalaştırması, farklı bir yön ve hedef tayininde bulunması kaçınılmazdır. Bu geleneğin yeni temsilcilerini farklı kılan, şimdiki durumlarını tarif etme becerisine hem de seneler öncesinden sahip olmalarıdır.[10]

İlk el atılan kavram “emperyalizm”dir. “Şartlar/çağ değişti” denilerek kast edilen, iktisadi yapının tayin ediciliğine vurgu üzerinden çelişkilerin yeni baştan tarifidir ve bu sayede devlet, sınıflar, demokrasi ve devrim kavramları yeni içerikler almaktadır. Böylelikle, öncelikler, ittifaklar, yöntemler değişmekte, daha önemlisi hedef(ler) farklılaşmaktadır. Sisteme yönelik değerlendirmedeki sapma, basit bir tespit farklılığını değil ideolojik yönelimi deşifre etmektedir. Modern revizyonizmi emperyalizmle bütünleştiren, onun yedeğinde konumlandıran gerçeklik de bu olmaktadır.

“Ultra”, “süper”, “global” denilerek yenilemez, değiştirilemez, dokunulamaz bir özellik atfedilen emperyalizm olgusu, daha tutarlı olunduğu takdirde, esas ideologlarının dediği üzere tarihin sonunu getirmiş olmalıdır. “Tarihin sonu” denilirken kast edilen, devrimlerin sonudur, sosyalizm-komünizm “düşlerinin” suya düşmesidir. Bu iddia ile kast edilen, “can çekişen” değil ölümsüz hale gelen kapitalizm gerçeğidir ve artık yeni bir karakterle, sınıfları ortadan kaldırmış ve dünyayı ortak bir mekân kılmış haliyle mutlak zaferini tesis etmiş olmalıdır…

Tarihin bu “parlak” dönemine bilgi toplumu/bilgi çağı ile ulaşılmış, teknolojik devrim, bütün devrimlere son noktayı koymuştur. Bundan sonrası elbette var olan sorunların barışçı, reformist temelde giderildiği, git gide daha iyi, daha mükemmel olacak bir dünyanın elbirliğiyle inşa edilmesidir. Sınıf mücadelesinin ebediyen tatil olduğu koşullarda, varlık şartları ortadan kalkan bütün unsurlar bir an önce bu gerçeğe teslim olmalı, saflarını buna uygun biçimde belirlemelidir…

Bu göz kamaştırıcı dünya tablosunu emperyalizmin bilişim ve iletişim alanında attığı muazzam adımlara, daha doğrusu “devrimler”e borçlu olduğumuz söylenmektedir. Dünyanın tek bir şehre ya da köye dönüştüğü benzetmesi üzerinden bir tür komünist toplum tasavvuru, sınırların sunileştiği/ortadan kalktığı vurgusu yapılmakta, bu müthiş başarının mimarı olan güçlerin kanatları altında birleşmek için çağrı çıkarılmaktadır. Muktedirliğini bu gelişme üzerinden kanıtlayanların çözemeyeceği hiçbir sorun yoktur ve bunun için yalnızca zamana ihtiyaç bulunmaktadır…

Dünyadaki gelişmeler bütün bu zırvaların tam aksini kanıtlayan milyonlarca örnekle doluyken bambaşka bir resme bakmamızı isteyenler, tam da nereden bakılması gerektiğini ifşa etmiş oluyorlar. Bu durum vahşetin diz boyu hüküm sürdüğü bütün çağlar boyunca geçerli olmuştu. “Cennet” egemenlerin dünyasında hep vardı. İnsanlığın ulaştığı aşamanın bütün nimetlerinden yararlananlar için insanlığı temsil eden asıl unsurlar daima kendileriydi. Bugün de değişen hiçbir şey yoktur. Üretim araçlarını eline bulunduranlar, bütün mülkiyetlerin yani dünyanın sahibi olarak at koşturuyorlar. Bilim ve teknolojideki her türlü gelişim ve ilerleme onlar istediği kadar, onlar karar verdiği ölçüde var. Bunu belirleyen tek kıstas, insanlığın değil onların ihtiyaçları. Bütün tasarruflar, saltanatlarının daha görkemli olması, egemenliklerinin ilelebet sürmesi içindir. İnsanlığın hanesine yansıyan “gelişim” ya da gelişimden pay almanın sınırını belirleyen bu gerçekliktir.

Lenin yoldaşın ifadesiyle sosyalizmin öngünü olan tekelci kapitalizm pek doğal ki kendi ömrü çerçevesinde ilerleme ve gelişme göstermektedir. Bunları kendi içinde birer etap, evre olarak değerlendirmek gerekir. Tıpkı başta canlılar olmak üzere bütün ölümlülerin varlık ve yok oluş parantezi arasındaki dönemler gibi. Emperyalizm, en yüksek aşaması olmakla kapitalizmin ömrünü tamamlayacağı bir süreci tarif etmektedir. Onu, sosyalizme varmadan nitel bir aşamaya taşıyanlar, başka bir alternatif yaratmakla esasen sosyalizmi devreden çıkarmış oluyorlar. Zaten bu tespit üzerinden tanımlanan devrimci demokrasi ve sosyalizmin, “sosyal demokrasi”nin türevleri olduğunu anlamak hiç de zor olmasa gerektir.

Revizyonist ve reformist çok çeşitli akımların çarpıtarak, abartarak ele aldıkları dünyanın iktisadi düzeni, kapitalizmin tekelci döneme ait karakteristiğine dair nitel bir değişimi anlatmamaktadır. Elbette değişim, elbette gelişim vardır. Bir asrı aşan bir dönemden söz ediyoruz. Yalnızca iletişim ve bilişim değil bütün alanlarda çok ciddi gelişmeler olmuş, teknolojide bir değil birden çok devrimci atılım yaşanmıştır. Bütün bunların iktisadi yapı üzerinde sonuçlar doğurması da kaçınılmazdır. Ancak sorun yapısal bir değişimin olup olmadığıyla ilgilidir. Bütün parametreleri etkileyecek esas husus budur. Meseleye bu boyuttan yaklaşıldığında kapitalizmin ne karakter kaybettiği ne de emperyalist dünya sisteminin temelli bir değişime uğradığından söz edilebilecektir.

Dünyada başta teknolojik çerçeve olmak üzere bütün alan ve sektörlerde ilerleme vardır ama aynı “büyüme” çelişki alanlarının tümünde de yaşanmaktadır. Gelir dağılımı, on yıllık periyotların incelenmesiyle sabittir ki çok daha bozulmuştur. Yoksulluk, açlık, susuzluk, işsizlik, temel hak ve özgürlüklerden yoksunluk, zulüm ve işkence oranı da büyümüştür. Savaşlar neticesinde ölen, yaralanan, sakatlanan, sürülen insanların nüfusa oranı artmıştır. Maddi, manevi bütün değerleriyle kirlenen ve yıkıma uğrayan çok daha kötü bir dünya gerçekliği vardır ve tam da bu yüzden kapitalizm ölümüne daha çok yaklaşmıştır. İnsanlığın yok olmaması için onun yok olması her zamankinden daha acil bir gündem olarak dünya proletaryasının önünde durmaktadır.

“Tek Kutuplu, Savaşsız Bir Yeni Dünya”

Nepalli yoldaşlar “yeni dünya”yı şöyle tarif etmektedir:

“Günümüz emperyalizminin temel özelliği ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel açılardan yeryüzündeki halkların geniş kitlelerini tek bir küreselleşmiş devlet şeklinde sömürmesi ve ezmesidir. ABD emperyalizminin yegâne (sole) hegemonyası mevcuttur. Bunun temel nedenleri: dünya proleter devriminin ilk dalgasının sonucunda kurulan yeni demokratik ve sosyalist devletlerin bürokrat kapitalizme karşı iktidar mücadelesinde yenilmesiyken, diğer nedense ABD emperyalizminin diğer emperyalist güçler üzerinde esas olarak askeri üstünlüğü kurması, 3. dünya ülkelerindeki ulusal sermayesi ve ekonomisi üzerindeki çokuluslu finans kapitali denetlemesi ve bilgi teknolojisi üzerindeki hâkimiyeti ile dünya çapında kültürel müdahaleyi yoğunlaştırmasıdır.” (“Merkez Komitesi Çözümlemesi- Siyasal ve Örgütsel Çözümleme”, Worker (İşçi) Dergisi, Mayıs 2006,  Halk Savaşının 10. Yılı Özel Sayısı, sa. 10)

Görüldüğü gibi, sosyalist ülkelerdeki geri dönüşü de fırsat bilen ve diğer rakiplerini sindiren ABD emperyalizmi, “global” bir devlet (hatta imparatorluk) kurmuş, tek kutuplu bir dünyada hüküm sürmektedir. Öyle bir hâkimiyet sahibidir ki karışanı olmadığı gibi önünde direnebilecek bir güç de kalmamıştır. Bunu aynı zamanda finans kapital üzerindeki mutlak inisiyatifine ve de teknolojide gerçekleştirdiği büyük atılımlara borçludur…

Bu görüşlerin geçersizliği, yalnızca bugünün ya da 6 yıl öncesinin değil, ABD’nin zirvede kendini daha yalnız hissettiği yılların da gerçeğidir. ABD, 1990’lardaki süreçten önceki konum ve birikimine yaslanarak en avantajlı çıkan devlet olmuştur. Askeri kapasitesi diğer devletlerle kıyaslanmayacak denli güçlüdür. Dünya ekonomisine yön verme gücü ve kabiliyeti önde gelen devlet konumu da devam etmektedir. Ne var ki diğer emperyalist devlet ve bloklar üzerindeki etkinlik ve hatta belli alanlardaki denetimi tam bağımlılık içeren karakterde değildir. Dünya pazarındaki çeşitli düzeylerdeki karşılıklı bağımlılık ve denetim, birinin diğeri üzerindeki sömürge tarzı egemenlikten farklıdır. Çünkü bu durum emperyalizmin tabiatına aykırıdır. Emperyalizm bir yandan hızlı bir merkezileşme[11] ama diğer yandan sürekli çatışma içerisinde yol almaktadır. Bu çelişik durum kapitalizmin eşitsiz ve dengesiz gelişen anarşizan yapısından ileri gelmektedir.

“Artık tipik olarak dünyanın hâkimi, özellikle hareketli ve esnek olmasıyla, ülkede ve uluslararası düzeyde örtülü olarak faaliyet gösteren, bireyselcilikten uzak ve mevcut üretim sürecinden bağımsız, kolaylıkla yoğunlaşan finans kapitaldir ve yoğunlaşma konusunda şimdilik büyük mesafeler kat etmiştir. Böylece kelimenin tam anlamıyla birkaç yüz milyarder ve milyoner tüm dünyanın kaderini elinde tutmaktadır.” (“Lenin, Önsöz”, Buharin, Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi, Kalkedon yay. s.11)

“Gelişimin, istisnasız tüm işletmeleri ve devletleri içine alacak tek bir dünya tröstünün kurulması yönünde olduğu konusunda şüphe yoktur. Ancak, bu yöndeki gelişme öylesine stres, tempo, antagonizmalar, çelişkiler ve tepe taklak gelişler –sadece ekonomik değil, fakat aynı zamanda politik, ulusal vs.- biçiminde gerçekleşmektedir ki, ulusal finans kapitallerin dünya çapında bir ultra- emperyalizm yapısında birleşmesinden önce, emperyalizm kaçınılmaz olarak yok olacak ve kapitalizm kendi karşıtına dönüşecektir.” (Lenin, age, s.14)

Nepalli yoldaşların “yeni dünya”ya yönelik tespit ve tezlerini Worker’ın 10. yıl özel sayısından aktarmaya devam edelim:

“Lenin ve Mao’nun emperyalizm ve proleter strateji üzerine ortaya koydukları bir dizi anlayışın geride kaldığı gerçeğine 21. yüzyıldaki enternasyonal devrimcilerin dikkatleri odaklanmalıdır. Lenin’in savaşın doğası üzerine, sürekli devam eden dünyanın belli bölümlerinin (emperyalistlerce) paylaşılması ve yeniden paylaşılması ve bunun üzerinden belirlediği proleter strateji ile soğuk savaş döneminde, her ne kadar taktiksel de olsa, Başkan Mao’nun Üç Dünya analizi günümüzde temel olarak geçerli değildir. Küreselleşmiş devlet biçimini alan ABD emperyalizminin durumu Lenin ve Mao’nun analizlerinin geride kalmasına neden olmuştur.”

1 Temmuz 2006 tarihli ABD-DKP’ye yanıt mektuplarında, savaş sürecinde ilerleme ve gerileme, sağa ve sola dönüşler vb. içinde MLM’nin cephaneliğini zenginleştirecek yeni fikirler geliştirdiklerini ve bunu 2001 yılında “Prachanda Yolu” olarak isimlendirdikleri söylenmektedir. MLM’yi geleneksel şekliyle değil, “yaratıcı” biçimde ele alışlarında etkili olan olumsuzluklar ise şöyle sıralanmaktadır: “SSCB’nin dağılışı, Çin’de kapitalizmin restorasyonu, Peru devriminin gerilemesi, diğer halk savaşlarının kendi sınırlarını aşamaması, ABD emperyalizminin tek hâkim olarak ortaya çıkması, ideolojik-politik saldırıların yoğunlaşması, bilgi teknolojisindeki ilerlemeler ve ülkedeki yarı-Hocacı Singh düşüncesinin etkisi”

Geçmişte Maoizme ve Mao Zedung yoldaşa gerici ve revizyonistlerin saldırısından bahsedip, övgülerini esirgemeyenlerin[12], Üç Dünya Teorisi’ni Başkan Mao’yla ilişkilendirmesinin, şaşkınlıktan öte tıpkı Hocacı revizyonistler gibi bilinçli bir yakıştırma olduğu görülmektedir. Ama aktardığımız ilk paragraftaki cümlelerin en önemlisi, Lenin’in emperyalizmin yeniden paylaşımcılık ve savaşla ilgili karakteristik özelliklerine dair saptamalarının günümüzde “geçersiz” hale geldiğine ilişkin görüştür.  Yeniden paylaşımcılık bilindiği gibi karda sınır tanımama, yani daha fazla kar güdüsüyle yaşama karakterinden ötürü kapitalist üretim tarzının yasasıdır ve bunun sonucu ortaya çıkan emperyalist yapı mevcut bölüşümle yetinmez, yetinmemektedir.

Bu, öteden beri emperyalizm konusunda yürütülen tartışmaların can alıcı bir başlığı olagelmiştir. Zira, bu durumda tarif edilen “global devlet” olgusu geçici ve dönemsel değil kalıcı bir yapı olarak tanımlanmakta ve hem etki gücü açısından (önleyicilik, baş edilemezlik) hem de ittifak politikaları bakımından gerçekten de başka sözler sarf etmenin gereği ortaya çıkmaktadır. Geliştirdiği ve geliştireceği politikalara kılıf, duruma meşruiyet kazandırmanın çaresi böyle bulunmuştur. Bu görüşlerin yanıtı komünist önderler tarafından zamanında verilmiş, durum bütün açıklığıyla ortaya konulmuştu:

“Emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı, sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı, dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında paylaşılmasının tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.” (Lenin, Emperyalizm, İnter yay. s.92)

“(B)irincisi, dünyanın paylaşılmasının tamamlanmış olması, bir yeniden paylaşım durumunda, herhangi bir ülkeye el atmayı zorunlu kılmaktadır; ikincisi, emperyalizm için karakteristik olan, birkaç büyük gücün hegemonya yarışıdır, yani doğrudan kendisi için değil de, rakibini zayıflatmak ve onun hegemonyasını sarsmak için toprak ilhak etmeleridir.” (Lenin, age, s.94-95)

“Dünyanın geri kalan kısmının tamamen paylaşıldığı mali sermaye çağında, yarı bağımlı ülkeler için mücadelenin şiddetlenmesi anlaşılırdır.” (Lenin, age, s.85)

“Toplum yaşamı artık tümüyle askerleştirilmiştir. Emperyalizm, dünyanın bölüşülmesi ve yeniden bölüşülmesi için büyük devletlerin giriştikleri vahşi bir savaşımdır. Bu yüzden, bütün ülkeler, yansız olanlarla birlikte küçükler de, daha fazla askerleşmeye doğru gideceklerdir.” (Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Sol yay. s.66)

“Ancak emperyalist sistem yıkıldıktan ve ancak insanın insan tarafından ezilmesine ve insanın insan tarafından sömürülmesine yol açan sistemler yok edildikten sonradır ki, bütün savaşları ortadan kaldırmak ve ‘savaşsız bir dünya’ya ulaşmak mümkün olabilir. Marksist-Leninist’lerin daima savundukları budur.” (“Togliatti Arkadaşla Aramızdaki Farklılıklar, Renmin Ribao başyazısı, 31.12.1962”, Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz, Bilim ve Sosyalizm Yay. s.50)

“Emperyalist devletler arasındaki keskin çelişmeler, nesnel olarak vardırlar ve uzlaşmaz bir nitelik taşırlar. Emperyalist ülkeler ve emperyalist bloklar arasında, büyük ya da küçük, doğrudan ya da dolaylı, şu ya da bu biçimde çatışmalar mutlaka çıkacaktır. Bu çatışmalar, emperyalistlerin temel çıkarlarından doğarlar ve emperyalizmin doğası tarafından belirlenirler. Emperyalist ülkeler arasında, emperyalistlerin temel çıkarlarından doğan bu çatışmaların, yeni tarihsel koşullar altında çıkması olasılığı olmadığını ileri sürmek, emperyalizmin tümden değiştiğini söylemekle aynı şeydir, ve aslında emperyalizmi yüceltmektedir.” (“Bir Kez Daha Togliatti Arkadaşla Aramızdaki Farklılıklar Üzerine, Hongqi Yazı Kurulu, sayı 3-4, 1963”, age, s.211)

MLM ideolojinin ustalarının bu saptamalarına itiraz etmek için bu dünyadan bihaber olmak gerekir. Emperyalist devletler arasındaki kıyasıya savaşım her alanda kendini göstermektedir. Bu durum yalnızca en büyükler için değil neredeyse bütün gerici devletler için geçerlidir. Hummalı bir silahlanma, bütün bölgelerde gerilim, ve sınıf mücadelesinin ürünü savaşlar sürekli gündemdedir.  Mali krizin yıkıcı etkilerine karşın silahlanma olanca hızıyla sürmektedir. Son 6 yıla göz attığımızda, 2006’da yüzde 14 olan artış oranı, devamı yıllarda da yüzde 15, 16, 15 ve yüzde 9 şeklinde gerçekleşmiştir. International Institute of Strategic Studies’in “Military Balance (Askeri Denge) 2012” raporuna göre, Asya’nın savunma harcamalarının Avrupa’yı yakaladığı ve bu yıl geçeceği belirtilmektedir. 2001-2011 arasında yüzde 250 oranında artış gerçekleştiren Çin’in 2015’e gelindiğinde ABD dışındaki tüm NATO üyelerinin toplamını aşacağı öngörülüyor.

Savaş sanayini körüklemede başı çeken ABD’nin yeni yayınlanan “21. Yüzyıl Savunma Öncelikleri/ABD’nin Yeni Savunma Stratejisi”( 05.01.2012) raporunda, “Uygun kaynaklar ve güvenlik ihtiyaçlarımız arasındaki denge hiç bu derece hassas olmamıştı.” denilmektedir. Karakter değiştirdiği söylenen emperyalizmin önde gelen gücünün aynı raporunda yer verilen şu ifadeler bahsi geçen “değişim” konusunda yeterince açıklayıcıdır:

“Çok sayıda bölgede önemli çıkarları olan bir millet olarak güçlerimiz, bir bölgede fırsatçı bir düşman tarafından yapılacak bir saldırıyı, başka bir yerde büyük çaplı bir operasyon yapıyor olsak bile, engelleyecek ve bertaraf edecek güce sahip olmalıdır.”

“Genel kapasitemizi düşürsek dahi hazır ve yeterli bir gücü korumaya kararlıyız. Güç yapımızı kaybetmemek için hazır olma durumumuzdan ödün verme gibi bir hataya direneceğiz ve aksine geçtiğimiz on yılda üzerine vurgu yapılmayan bölgelerde hazır olma durumumuzu yeniden tesis edeceğiz.”

“Barışın, istikrarın, ticaretin serbest akışının ve bu dinamik bölgede (Asya-Pasifik) ABD etkisinin sürdürülebilirliğinin sağlanması, bir boyutuyla askeri kabiliyet ve bölgedeki askeri varlığın temel dengesine bağlı olacaktır. Çin’in bölgesel güç olarak yükselişi ise, uzun vadede ABD ekonomisini ve değişik yollarla güvenliğimizi etkileme potansiyeline sahip olacaktır.”

Dünyada tek kutuplu bir yapının oluştuğuna dair safsata, ABD’nin sözcüleri tarafından dahi savunulamaz düzeyde gerçeklere yabancıdır. Kimi emperyalistlerin dahi kendi başına hegemonya savaşında söz sahibi olmaya başlamasından başka, bölgesel bloklar da sürekli yeni ittifaklarla şekillenmeye başlamıştır. Bunu bir tür denge hali olarak görmek de en az tek kutuplu dünya teorisi kadar yanıltıcıdır:

“(K)apitalizm gerçeğinde, ‘inter-emperyalist’ ya da ‘ultra-emperyalist’ ittifaklar –bu ittifaklar ister bir emperyalist grubun bir başkasına karşı ittifakı, ister bütün emperyalist devletleri kucaklayan genel bir ittifak biçiminde olsun- zorunlu olarak, savaşlar arasındaki ‘nefes molaları’ndan başka bir şey değildir. Barışçıl ittifaklar, dünya ekonomisi ve dünya politikasının emperyalist bağlantı ve ilişkilerinin bir ve aynı zemini üzerinde, barışçıl olan ve olmayan mücadele biçimlerinin değişmesini yaratarak, birbirlerini koşullayarak savaşları hazırlar ve yine onlardan doğarlar.” (Lenin, Emperyalizm, İnter yay. s.124)

Nasıl Bir Değişim?

“Küreselleşme” denilen heyulanın balonu ilk önce marksistlerin dünyasında patlamış olmalıdır. Tıpkı “yeni dünya düzeni” gibi “küreselleşme” de korku salma hedefli şaşaalı bir kampanya sloganıdır. Uluslararası, kıtalararası dev tekellerin sayısal olarak artması, yoğunlaşmayı; kıyasıya rekabetin oluştuğu alanda yıkılan ya da birleşme yoluyla yutulan tekeller ise merkezileşmeyi güçlendirmiştir. Ne var ki bu gelişme, dünyanın paylaşılmasına dair yeni bir durumu tarif etmemektedir. Daha fazla kar güdüsü temel yasası olan emperyalist-kapitalist sistemin, “yeniden paylaşımcı” karakterinde değil erozyon, aksine azgınlaşma halinden söz etmek gerekir. Güce başvurmayı koşullayan bu durum, yapısal bir olgudur:

“Kapitalistler dünyayı kötülüklerinden değil, yoğunlaşmanın ulaştığı seviye, kar elde edebilmek için onları bu yola girmeye zorladığı için aralarında paylaşıyorlar; ve bu paylaşım ‘sermayeye göre’, ‘güce göre’ gerçekleşmektedir- meta üretimi ve kapitalizm sisteminde başka bir paylaşım yöntemi olamaz.” (Lenin, age, s.78)

Rekabetin esas olarak tekeller öncesi sürece ait olduğuna dair algı, günümüzdeki savaş olgusunun doğru çözümlenememesi ile birleşince önemli yanılgılar ortaya çıkmaktadır. Rekabet tarihte olmadığı kadar acımasız boyutlarda ve yok edici bir tarzda sürmektedir. Yaklaşık 70 yıldır emperyalist güçleri doğrudan karşı karşıya getiren dünya çapında savaşların olmaması; onun “boşluğunu” dolduran bölgesel düzeydeki savaş, işgal ve çatışmalarla ekonomik düzeydeki savaşların, ikame rolünü oynamakta şimdilik yeterli ve frenleyici olduğunu göstermektedir. Nükleer silahların daha çok devletin elinde bulunmasının yarattığı caydırıcılık, sanıldığı kadar belirleyici bir ağırlık taşımamaktadır. Yakın tarihte bu düzeyde savaşların eşiğinden dönülmüş olması, birçok örnekte açığa çıkmış bir gerçeklik olarak orta yerde durmaktadır.

Emperyalizmin varlık koşullarından birisi olarak şekillenen “dünya pazarı”, yüzyılı aşkın süreçte önemli bir evrim geçirmiş bulunuyor. Ulaşım, erişim ve iletişim alanındaki gelişmeler, kapitalist sömürünün girmediği, kuşatmadığı ve dizayn etmediği alan bırakmamıştır. Dünyanın bütün üretim alanları birden fazla kanalla ve hız oranı hayli yükselen bir emilim gücüyle merkeze bağlanmıştır. Yeri gelmişken belirtmekte fayda var ki, bu pazara bağımlı biçimde yaşam şansı bulan yarı-feodal üretim ilişkilerinin varlığı, bu örgütlenme ağının önünde engel değildir. Bilakis etkin olduğu bölgelerde pazara bağlanmanın bu üretim ilişkisi üzerinden hayatiyet kazanması emperyalistlerin çıkarı gereğidir. Biçimsel durumlara bakılarak aksine dair iddialarda bulunmak, gerçekçi olmadığı gibi kapitalizm büyüsünden etkilenmenin sonucudur.

Bu gelişimin yeni dönemdeki bir başka sonucu işbölümü alanında kendini göstermektedir. İç pazarların genel bir ilişki ağı çerçevesinde bağımlılığı/sömürüsü üzerinden yürüyen süreç artık ülke ekonomilerine daha fazla müdahil olmayı getirmiştir. Tekelleşme olgusunun merkezileşmede vardığı düzey, ilgili sektördeki yerel ayakları sistemin daha etkin parçaları haline getirmiştir. Bunun doğal sonucu işbölümünün yeniden düzenlenmesi ve keskin çizgiler almasıdır. Dünya pazarına eklemlenmenin yakından hissedilir/algılanır hale gelmesinin politik ve sosyal yaşam üzerindeki etkileri ortadadır.

“Küreselleşme”, köleleştirmenin, talan ve yağmanın yoğunlaşmasıdır. Çelişkilerin yumuşaması, törpülenmesi değil daha da keskinleşmesinden söz edilmelidir. Uçurum derinleşmiştir. İç pazarları aşan boyutta bir sömürü mekanizması kurulmuştur. Bütün istatistiki veriler durumun önceki sürece göre daha da kötüleştiğini resmediyor. Emek-sermaye çelişkisi, ara katmanda bulunan halk sınıflarının çökmesiyle kendini göstermektedir. Proletaryanın yok olmasından değil nüfusun daha büyük oranda proleterleşmesinden söz edilmelidir. Emperyalist ülkelerdeki yoksullaşma oranı dikkat çekici biçimde artmaktadır.[13] Sosyal yıkım ve çevresel tahribat bütün dünyada üst düzeyde seyretmektedir. Toplum kültürel bir zehirlenme içerisinde kendisini tüketen ve bloke eden bir yere savrulmuştur. Bu nedenle kitle hareketleri, ayaklanma ve direnişlerin büyümesi şaşırtıcı değil, süreci betimleyen bir olgu olarak görülmelidir.

Ekonomik krizleri sağlıklı olmanın değil hastalıklı durumun sonucu olarak görmek gerekir. En hafifi büyük bölge ve kıtaları sarsan krizlerin gelip dayandığı yerde, dünya çapında kriz olgusu neredeyse süreklilik kazanmış durumdadır. Krizlere karşı bağışıklık kazandığı söylenen sistemin dikişleri atmakta, bir zamanlar sözde ıskartaya çıktığı ilan edilen “devlet” yeniden keşfedilmektedir. Faturanın emekçi sınıflara ödetilmesinin bir bedeli olduğunu unutmuş görünenlerin, kendi saflarından yükselen “felaket” anonslarının gerçekçiliği, dört bir yanda hız ve güç kazanan isyan ve direniş rüzgârlarıyla her gün yeniden doğrulanmaktadır.

Kaba ve saf yorumuyla “küreselleşme”, dünya çapındaki bütünleşmeyi tarif için kullanılmaktadır. Bir yanıyla emperyalizmin karakteristik özelliği zaten budur, dolayısıyla yeni bir şey değildir. Yeni gibi gösterilen yukarıda işaret ettiğimiz merkezileşme ve yoğunlaşma sürecinin daha güçlü bir sarmal yarattığından söz edilebilir. Kendini daha çok hissettirdiği, bağımlılık zincirlerinin arttığından bahsedilebilir. Bunu görünür kılan mali sermayenin ulaştığı boyut ise nitelik değişimini değil, ancak gelişim sürecini açıklamaktadır.

Bu bağlamda, sürecin taşındığı noktada, bilişim ve iletişim sektörlerindeki muazzam gelişmenin hizmet sektöründeki büyüme ile birlikte farklı bir sınıfsal dizayna yol açtığına dair tespitler de gerçekçi değildir. Teknolojik gelişim her dönem vardır (süreklidir) ve bu konudaki ilerleme sınıfları bozan (hatta kimilerine göre ortadan kaldıran) değil ancak donanım ve konumlanışlarını farklılaştıran düzeyde etkilidir. Hizmet sektörü ise sömürü ve artı-değer üretiminden soyutlayarak ele alınmakta, “bilgi teknolojisi” ve “bilgi toplumu” bağlamında üretime damgasını vuran ilişkinin bu eksende sorgulanması gerektiği ileri sürülmektedir.

Bu çabanın ardında yatan amacın iyi tespit edilmesi gerekir. Çünkü, sınıfın silinmesi ya da etkisizleştirilmesi çerçevesinde, “özne” faktörü ortadan kalkmaktadır. Bir müdahaleye yani devrimci bir sürece gereğin kalmadığı şartlarda, özneye olan ihtiyacın sona ermesini de koşullayan durum; “özne”nin zaten yok olması halinde, dünyaya en üst perdeden seslenme fırsatı vermektedir. “Yeni” dünyaya “son durak” levhası çakan ve “alternatifsizlik” tabelası asanların sırtını yasladığı duvarda bunlar yazılıdır.

ABD ve önderliğindeki batılı emperyalistlerin kaydettiği ilerlemeyle beraber uluslararası tekellerin etkinlik gücünü artırması, dünya çapında işbölümünün yeniden düzenlenmesine paralel üstyapı kurumlarındaki değişim, farklı bir tabloyu şekillendirmeye başladı. Buna karşı koyamadığı için tekelci devlet kapitalizmi çizgisinde gidemeyen ve uğradığı yıkıma paralel “maske”den kurtularak yola devam etmek durumunda kalan Rus patentli modern revizyonizmin iflası üzerinden mutlak zaferini tescilletmek isteyen ABD, bu elverişli durumu değerlendirmek için yoğun bir kampanya örgütledi. Proletaryaya, halklara ve ezilen uluslara karşı büyük çaplı ideolojik, ekonomik ve askeri saldırı kampanyasının son çeyrek yüzyıl içerisindeki sonuçları, kendisini her alanda göstermeye devam etmektedir. Ama bu, sunulmaya çalışıldığının aksine, hiç de “yeni” bir özelliğe işaret etmemektedir:

“Emperyalizm, kapitalizmin gelişmesini ve halk yığınları arasında demokratik eğilimlerin büyümesini durdurmadığı için, (ulusal hareketler -ç) daha da kuvvetle ortaya konmaktadır. Emperyalizm, tam tersine, halk yığınlarının demokratik özlemleriyle, tröstlerin anti-demokratik eğilimleri arasındaki karşıtlığı daha da şiddetlendirir. Kişi, örneğin emperyalist siyasetin bu özgün yanını yalnızca emperyalist ekonomizm, yani karikatürleştirilmiş marksizm açısından baktığı zaman, görmezlikten gelebilir.” (Lenin, Emperyalist Ekonomizm, Sol yay. s.52)

“Kapitalizm, emperyalizm aşamasında, üretimin en kapsamlı toplumsallaşmasının eşiğine götürmekte, kapitalistleri deyim yerindeyse bilinç ve iradeleri dışında, tam serbest rekabetten tam toplumsallaşmaya geçişi temsil eden yeni bir toplumsal düzene çekmektedir. Üretim toplumsallaşıyor, fakat mülk edinme özel kalmaya devam ediyor. Toplumsal üretim araçları küçük bir azınlığın mülkiyetinde kalıyor. Şeklen kabul edilen serbest rekabetin genel çerçevesi varlığını sürdürüyor ve bir avuç tekelcinin halkın geri kalan kısmı üzerindeki baskısı yüz kez daha ağır, daha hissedilir ve daha dayanılmaz hale geliyor.” (Lenin, Emperyalizm, İnter yay. s.27-28)

“Egemenlik ilişkisi ve buna bağlı zor ‘kapitalizmdeki en son gelişme’ için tipik olan budur, her şeye kadir iktisadi tekellerin oluşmasıyla kaçınılmaz olarak ortaya çıkması gereken ve gerçekten de çıkan budur.” (Lenin, age, s.29)

Bütün dünya köleleştirici bir çalışma rejimi içinde dev bir toplam kampına dönüştürülmüştür. İdare de buna uygun şekillenmiş, baskı ve zulmün koyulaştığı bir zeminde otoriter yapılar şekillendirilmiştir. 11 Eylül’ü bir dönemeç olarak değerlendirmeye çalışan emperyalistler, kurumsal adımlarla pekiştirdikleri “yeni dünya düzeni”ndeki terör rejimine “anti-terör” maskesi takacak kadar küstah ve pervasız bir dil tutturmuşlardır. Ekonomik, politik, sosyal ve hukuki boyutuyla, “küreselleşme” denilen olgu budur.

Bunun temellerini resmeden gerçeklik, her gün bir yenisine rastladığımız, gerek kendi kuruluşları gerekse de bağımsız araştırmalarla ortaya konulan açıklıkta sergilenir olmuştur: “230 trilyon dolarlık küresel zenginliğin yüzde 38.5’i, serveti 1 milyon doların üzerinde bulunan 29.7 milyon kişinin elindedir. Bu binde 6 demek. Bunların geçen seneki oranı yüzde 35.6 idi. Geliri 100 bin doların üzerinde olanlar ise dünya gelirinin yüzde 82.1’sini kontrol ediyor ve bu nüfusun yüzde 5.7’sini (398.7 milyon kişi) oluşturuyor.” (“Yıllık Küresel Servet Raporu”, İsviçre Bankası Credit Suisse, 24.10.2011)

Lenin’i güncel verilerle doğrulayan araştırmaların sergilediği gerçeklik, “küreselleşme” kavramı üzerinden emperyalist yapıya farklı karakterde bir elbise giydirmeye çalışanların amacına (iyimser boyutuyla yanılgılarına) ışık tutuyor. Değişim yalnızca emperyalizmde değil, bütün süreçlerde ve olgularda yaşanıyor. Sorun, bunun karakteristik yapıyı bozan bir nitelik taşıyıp taşımamasıyla ilgilidir. Bu bozma/başkalaştırma eyleminin, sınıf mücadelesinde karşılık bulmadığı durumda, hangi güç ve nedenle gerçekleştiği açıklanmaksızın söylenecek her lakırdı boşlukta kalmaya mahkûmdur. Verilerden beklediği yardımı alamayanlar, sermayede birleşme ve toplanmanın yoğunlaşma (bilhassa finans kapital) derecesine bakarak; üretim, bölüşüm ve tüketim sürecini, sermayenin dolaşım serüveniyle beraber farklı bir ilişki ağı içerisinde tarif eden zorlama “teoriler” ileri sürmektedir.

Revizyonizmin “Dogmatizmle Mücadele” Peçesi

Dünyanın sosyo-ekonomik yapısı nasıl resmedilirse pek tabii olarak onu değiştirme ve dönüştürme eylemi ve bunun yöntemi de ona göre belirlenecektir. Nitekim emperyalizm tahlili üzerinden serbest rekabetçi döneme ait farklılaşan ve karakter değişimine uğrayan hususları tespit eden Lenin, proleter dünya devrimine yönelik saptamalarda bulunmuştu. Bugün kendi sürecinde gelişim göstermesiyle bazı değişimler geçiren tekelci kapitalizmin; sınıflar, devlet, demokrasi, komünist partisinin yapısı ve rolü ile devrim başta olmak üzere bilimsel sosyalist esasları/yaklaşımı başkalaştıracak bir dünya yarattığını söylemek mümkün değildir.

Ancak tersinin iddia edildiği durumda, tıpkı Kautsky, Kruşçev vd.lerinin ileri sürdüğüne benzer tezlerin ortaya çıkması da kaçınılmazdır. Sorun, gereksinim ve gereklilik sorunudur. Ortada yıkılması gerekmeyen bir sistem varsa devrimlere ihtiyaç yoktur. Bunun yerine reforme etmek yeterli olacaktır. Ortada güç kullanmayı, silahlı mücadeleyi gerektiren bir yapı yoksa mücadele platformunun barışçıl olmaması için bir neden kalmamış demektir. Sınıfların yapısında değişim olmuşsa proletaryanın misyonu değişmiş, dahası yerel zeminde burjuvaziye ait güçlerle ittifak ve işbirliği gerekli hale gelmiştir. Eğer sosyalizme doğru yol almak isteyen bir güç, dünyadaki ve bölgedeki dengeleri hesaba katmazsa kısa sürede bertaraf edileceğinden, daha dolaylı bir yol izlemelidir. Ve nihayet iktidarın her şey olmadığı, devletin eski işlevini yitirdiğinden söz ediyorsak, proletarya diktatörlüğü bütünüyle tarih olmuş demektir…

Bütün bunların etkili olabilmesi için önceliği “panzehir”le mücadele almak durumundadır. Onu inkâr ya da revize etmekten başka bir çare yoktur. Bunun için en geçerli yol, cepheden değil “içeriden” bir tutumla, “saygı”yı elde bırakmayan bir tarz tutturmak ve bir dizi övgü dolu lafın ardından artık yetmezliğinden söz etmektir. Yetmezliği/yetersizliğine hükmetmek için gidilecek adres yine aynıdır: “çağ değişti”. Dogmatizmle mücadele adına, bilimsel sosyalizmi yaratıcı biçimde geliştirdiklerini söyleyen, hatta daha ileri giderek “katkı”larından bahsedip yeni yollar[14] açtıklarını iddia edenlerin salladığı pragmatizm bayrağının rengi kısa sürede kendini ele vermektedir.  Ünlü 1963 polemiklerinde ÇKP önderliğinin benzer tezlerle ortaya atılan Kruşçevci modern revizyonistlere verdikleri yanıtlarda altını çizdiğimiz şu saptamaları aktarmak gerekmektedir:

“Şimdi dogmatizme şiddetle sövüp sayanlar aslında, bununla savaşmak şöyle dursun, dogmatizmin ne olduğundan bile habersizdirler. Bu kişiler, zamanın ve koşulların değiştiğini, ‘marksizmi-leninizmi yaratıcı biçimde geliştirmek’ gerektiğini söyleyip duruyorlar, ama aslında, burjuva pragmatizmini kullanarak marksizm-leninizmi revizyondan geçiriyorlar.” (“Bir Kez Daha Togliatti Arkadaşla Aramızdaki Farklılıklar Üzerine, Hongqi Yazı Kurulu, sayı 3-4, 1963”, age, s.288)

“Bernstein’dan bu yana, her türden revizyonist ve oportünistler, marksizmin evrensel gerçeğinin eskimiş olduğunu ileri sürebilmek için yeni değişmeleri ve yeni durumları bir bahane olarak kullanmışlardır. Ama yüz yıldan daha fazla bir zamandır, dünyadaki olaylar, her yerde, marksizm-leninizmin evrensel gerçeğinin geçerli olduğunu tanıtlamıştır.” (Hongqi Yazı Kurulu, age, s.289-290)

“Marksizm-Leninizm sürekli olarak pratikle gelişir. Bir marksist-leninist partinin belirli bir dönemde ve koşullarda geliştirdiği önermelerin yerini, zaman ve koşulların değişmesiyle, yeni önermelerin alması gerekir. Bunun savsaklanması, dogmatizm hatasının işlenmesine ve komünizm davasının kayıplar vermesine yol açacaktır. Ama, bir marksist-leninist partinin, bazı yeni sosyal olguları bahane ederek, marksizm-leninizmin temel ilkelerini yadsımasına, marksizm-leninizmin yerine revizyonizmi koymasına ve komünizm davasına ihanet etmesine asla izin verilemez.” (“Togliatti Arkadaşla Aramızdaki Farklılıklar, Renmin Ribao başyazısı, 31.12.1962”, age, s.66)

“(R)evizyonistler, daima ‘akıllılıkları’ ve ‘yaratıcılıkları’yla övünerek, görüşlerini ‘en son teoriler’, olarak sunuyorlar. Modern revizyonistlerin ‘en son teorileri’ aslında Bernstein’ın, Kautsky’nin ve eski kuşaktan öteki revizyonistlerin safsatalarının yeni koşullar altındaki görünümlerinden ve burjuva gericiliğinin halkı aldatmak için kullandığı malzemenin yeniden piyasaya sürülmüş biçimlerinden başka bir şey değildir.” (“Leninizm ve Modern Revizyonizm, Hongqi başyazısı, sayı 1, 1963”, age, s.84)

Devlet ve Devrim

Dünyadaki duruma ve buradan hareketle “yeni çağ”a ilişkin geliştirilen revizyonist tezlerin ilk önemli sonucu kendisini, devlet ve devrimle ilgili MLM yaklaşımın revize edilmesiyle göstermektedir. Baburam’ın “demokratik cumhuriyet” tezi, Prachanda’nın en son söyleşisinde bütün aşamaları (demokratik devrim, halk ayaklanması, sosyalist devrim) birbiriyle kaynaştıran sözleri ve bütün bunların pratikleştirildiği parlamenter yola sıkı sıkıya sarılarak “ilerleme” stratejisi ve nihayet HKO’nun tasfiyesi, gençlik örgütünün lağvedilmesi ile beraber savaş sırasında kamulaştırılan toprakların iadesine karar verilmesi, devrimi “barışçıl geçiş”e kurban etmiş, sosyalizme ulaşma hedefini ıskartaya çıkarmıştır.

Daha yakın zamana kadar bu konuların tümünde marksist teorinin doğrularını ifade etmekten geri durmayanlar[15] şimdi tam aksi bir pratiğin teorisini yapmaktadır. Devlet, en yalın tanımıyla sınıfsal karaktere haiz bir yönetim, bir baskı aracıdır. Egemenliğin tesisi için bir örgütlenme olan devlet, ona hükmeden bir sınıfın/sınıfların damgasını taşıyacak ve diğer sınıflar üzerinde mutlak bir otorite sağlanmasını amaç edinecektir. Tarih boyunca böyle işlevselleşmiş bu araç, bütün kurumlarını bu amaç doğrultusunda seferber etmekte, ideolojik aygıtlarıyla beraber bütünsellik oluşturmaktadır. Bu organize yapı bütün kurumlarıyla yıkılıp parçalanmadan yeni bir devletin inşa edilme şansı yoktur. Aksi, yani reformlar yoluyla onu değiştirmeye dair tüm tez ve söylemler, eskinin devamı için gayret gösterenlerin sinsi bir çabasından öte anlam taşımaz:

“Burjuva devletleri biçim olarak çok değişiktir, ama özde aynıdırlar: biçimleri ne olursa olsun bütün bu devletler, son tahlilde kaçınılmaz olarak burjuva diktatörlüğüdürler.” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol yay. s.86)

“Ne denli demokratik olursa olsun, hiçbir burjuva cumhuriyeti, çalışan halkın sermaye tarafından baskı altına alınmasının bir aracı, burjuvazinin diktatörlüğünün, sermayenin siyasal yönetiminin bir aracı olma işlevini yapan bir makineden başka bir şey olmamıştır ve olamazdı da.” (Lenin, age, s.157)

“Burjuva rejim (yani toprak ve üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin henüz varlığını sürdürdüğü rejim) ve burjuva demokrasisi rejimi dönemindeki ‘özgürlük ve eşitlik’ biçimsel olarak kalırlar; bunlar gerçekte (biçimsel olarak özgür, biçimsel olarak eşit haklar sahip) işçilerin ücretli köleliği ve sermayenin mutlak iktidarı, emeğin sermaye tarafından ezilmesi anlamına gelirler. Sosyalizmin alfabesinin bu ‘bilgili’ bayları, ve siz, bunu unutmuş bulunuyorsunuz.” (Lenin, age, s.169)

“Lenin tekrar tekrar Marks ve Engels’in şu çok ünlü sözünü ayrıntılı bir şekilde işledi: ‘İşçi sınıfı mevcut devlet aygıtını ele geçirip, onu kendi amaçları için kullanamaz.’” (“Renmin Ribao – Halkın Günlüğü ve Hungki-Kızıl Bayrak Yazı Kurulları, Birinci Yorum, 06.09.1963”, Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında Polemik, İnter yay. s.101)

“Marksizm-Leninizm proletarya devriminin bilimidir ve sürekli olarak devrimci pratikle gelişir; burada bireysel ilkeler ya da sonuçlar, yerlerini yeni tarihsel koşullara uygun yeni ilkelere ya da sonuçlara bırakmaya mahkûmdurlar. Ama bu marksizm-leninizmin temel ilkelerinin bir yana atılacağı ya da revizyondan geçirileceği anlamına gelmez. Marksist-Leninist devlet ve devrim teorisi, asla bireysel bir ilke ya da sonuç değil, uluslararası proletaryanın savaşımlarından çıkan deneyimin marksist-leninist özetlemesinden kaynaklanan temel bir ilkedir. Bu temel ilkeyi bir yana atmak ya da revizyondan geçirmek, marksizm-leninizme tamamen sırt çevirmektir.” (“Bir Kez Daha Togliatti Arkadaşla Aramızdaki Farklılıklar Üzerine, Hongqi Yazı Kurulu, sayı 3-4, 1963”, age, s.256)

Barışçıl Geçiş ve Soyut Demokrasi

Devletin nasıl ele geçirileceği, başka bir deyişle devrimin nasıl gerçekleşeceği sorunu, devletle ilgili değerlendirmeyle dolaysız biçimde ilişkilidir. Üretim ilişkilerindeki sürece ve sınıf mücadelesinin ulaşacağı düzeye bağlı olarak gelişim seyri izleyecek bu durum, nesnel şartların yanı sıra bunu gerçekleştirecek sınıfların öznel koşullarıyla da ilgilidir. Güzellikle yani gönül rızasıyla iktidarını vermek istemeyeceklerin, zor dışında haklarından gelecek bir yol yoktur. İktidarı zora dayalı olarak elde tutanları boyun eğdirmenin geçerli bir yolu olduğunu tarih henüz yazmamış bulunmaktadır.

“Barışçıl geçiş” teorisi, iktidarın el değiştirmesinin bir yöntemi gibi savunulmakta, gerçekte mevcut düzeneğin değişmemesini hedeflemektedir. Düzen muhafaza edilmekte, sistem sürmekte, “devrimci” ya da “sosyalist” maskeli efendiler işbaşına gelmektedir. Dünyada seçimler ya da benzeri yollarla veya bir dönem sosyal-emperyalistler eliyle gerçekleşen darbelerle kurulan “halkçı”, “devrimci” yönetimler, bu şekilde işbaşına gelmiş, egemen sınıfların hükümranlığında hiçbir değişim yaşanmamıştır.

“Tüm devrimlerin dünya tarihinin bize sınıf mücadelesinin tesadüfen değil, kaçınılmaz olarak iç savaşa dönüştüğünü öğrettiğini kim bilmez?” (Lenin,1917, İnter yay. s.269)

“Devrim en şiddetli, en vahşi, en çılgınca sınıf mücadelesi ve iç savaştır. Tarihte hiçbir büyük devrim iç savaş olmadan gerçekleşmedi. İç savaşın ise ‘olağanüstü karmaşık durum’ olmadan düşünülebileceğini, ancak dar görüşlü, dünyadan bihaber insanlar varsayabilirler.” (Lenin, age, s.418)

“Emperyalizm, yani son olgunluğuna ancak 20. Yüzyılda ulaşmış olan tekelci kapitalizm, temel iktisadi özellikleri nedeniyle, barış ve özgürlükten en az hoşlanmasıyla, ve militarizmin evrensel olarak gelişmesinden en çok hoşlanmasıyla ayırt edilir. Barışçıl ya da şiddetli bir devrimin tipikliği ya da olasılığı sınırlarını tartışırken buna ‘dikkat edememek’ burjuvazinin en sıradan uşaklarının düzeyine alçalmaktır.” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol yay. s.116)

“(S)ınıflı toplumda devrimler ve devrimci savaşlar kaçınılmazdır; onlar olmadan toplumun gelişmesinde bir sıçrama sağlamak ve gerici hâkim sınıfları devirmek, dolayısıyla da halkın siyasi iktidarı ele geçirmesi mümkün değildir.(…) İktidarın silah zoruyla ele geçirilmesi, meselenin savaş yoluyla halledilmesi, devrimin merkezi görevi ve en yüksek biçimidir. Devrimin bu Marksist-Leninist ilkesi evrensel olarak geçerlidir, hem Çin ve hem tüm diğer ülkeler için geçerlidir.(“Mao Zedung”, Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında Polemik, İnter yay. s.431)

Sorunun bir diğer boyutunu, bu “barışçıl geçiş” hayallerine zemin oluşturan soyut bir “demokrasi” anlayışı oluşturmaktadır. Demokrasiyi sınıflar üstü bir kavram, sınıflardan yalıtılmış ortak bir düzen olarak tanımlayan anlayış[16] temellerini, emperyalizmin değişen yüzünde bulmaktadır. İnsanlığı topyekûn daha ileri standartlara taşıyan ve üretici güçleri alabildiğine geliştiren emperyalizmin en azından birçok ülkede kurduğu, kurdurduğu rejimlerin “demokratik” karakterleri gereği, düzenin değişmesi için barışçıl meşru olanaklar barındırdığı ileri sürülmektedir.

“Demokrasinin değişmez bir sınıfsal niteliği vardır.  Marksist-Leninistler, demokrasi sorununu daima tarihsel çerçevesi içinde ele alırlar ve hiçbir zaman ‘soyut demokrasi’den ya da ‘genel olarak demokrasi’den söz etmezler.” (“Leninizm ve Modern Revizyonizm, Hongqi başyazısı, sayı 1, 1963”,  Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz, Bilim ve Sosyalizm Yay. s.74)

Nitekim halk savaşı ya da diğer silahlı mücadele pratikleri sayesinde belli bir maddi güç oluşturan ve “sabırsızlığa” yenik düşenlerin, barış süreci pazarlıkları ve seçimler yoluyla sisteme entegre olması, bu zemin üzerinden iktidar arayışlarına girmesine dair örnekler son çeyrek yüzyılda sıkça görülür olmuştur. Buradan iktidara kanal açıldığına dair örneğe de “maalesef” rastlanabilmiş değildir. Şimdiye kadar olan bitenler, hareketin canlı, dinamik, etkin/silahlı karakterinin tasfiye edilmesi, düzene monte edilerek bitirilmesidir. Bugünkü politikanın mimarlarının marksist teorinin abc’sini oluşturan görüşleri çok iyi bildiği[17] ve fakat uygulamadıkları durumda, “değişimi/dönüşü” sıradan bir değerlendirme yanılgısı ya da “şartların farklılığı/özgünlüğü” ile açıklamak mümkün değildir. Parlamentoda yer bulmak, hatta hükümetin bir parçası olmak, Nepal’de olduğu gibi başbakanlık koltuğuna dahi oturmak hiçbir şeyi değiştirmemektedir. Konu bilimsel sosyalizmin ustaların tarafından net bir biçimde ortaya konmaktadır:

“Eğer tüm temel güçleri ya da sınıfları, proletarya diktatörlüğü tarafından değiştirilmiş haliyle bunlar arasındaki ilişkileri karşılaştırırsak, sosyalizme geçişin, genel olarak ‘demokrasi aracılığıyla’ mümkün olduğu yolundaki İkinci Enternasyonal’in tüm temsilcileri tarafından paylaşılan genel küçük burjuva görüşün nasıl da sözü edilemeyecek kadar saçma sapan ve teorik açıdan aptalca olduğunu kavrayacağız. Bu yanılgının temel kaynağı burjuvaziden miras kalan, ‘demokrasi’nin sınıflarla ilgili olmayan, mutlak bir şey olduğu yolundaki önyargıda yatmaktadır.” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol yay. s.191)

“Devrimci proletaryanın partisi, yığınları aydınlatmak için burjuva parlamentolarına katılmalıdır; bu aydınlatma seçimler sırasında ve parlamentoda partiler arasındaki savaşımlar sırasında olur. Ama sınıf savaşımını parlamenter savaşım ile sınırlamak, ya da onu, bütün öteki savaşım biçimlerinin bağlı bulunduğu en yüksek ve kesin biçim olarak görmek, aslında proletaryaya karşı burjuvazinin saflarına kaçmak demektir.” (Lenin, age, s. 217)

“Ancak namussuzlar ya da budalalar, proletaryanın önce, burjuvazinin boyunduruğu altında, ücret köleliğinin boyunduruğu altında gerçekleşen oylamalarla çoğunluğu kazanması gerektiği ve ancak bundan sonra iktidarı ele geçirebileceğini iddia edebilirler. Bu, darkafalılığın ve ikiyüzlülüğün zirvesidir; bu, sınıf mücadelesinin ve devrimin yerine eski toplumsal sistemin, eski devlet iktidarının korunduğu koşullarda oylamaların geçirilmesi demektir.” (“Lenin”, Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında Polemik, İnter yay. s.430)

“Burjuvazi askeri-bürokratik aygıtı kontrol ettiği müddetçe, ya proletaryanın seçimler yoluyla ‘parlamentoda istikrarlı bir çoğunluk’ elde etmesi imkânsızdır, ya da bu ‘istikrarlı çoğunluk’a güvenilemez. Sosyalizmi parlamenter yoldan gerçekleştirmek tümüyle imkânsızdır, kendi kendini ve diğerlerini aldatmadır.” (“Renmin Ribao – Halkın Günlüğü ve Hungki-Kızıl Bayrak Yazı Kurulları, Sekizinci Yorum, 31.03.1964”, Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında Polemik, İnter yay. s.450)

“Lenin, II. Enternasyonal revizyonistlerini, parlamentarizm hayallerine kapılmakla ve iktidarın ele geçirilmesi devrimci görevini unutmakla suçladı. Onlar proletarya partisini bir seçim partisine, parlamenter partiye, burjuvazinin bir uzantısına ve burjuva diktatörlüğünü ayakta tutmanın bir aracına dönüştürdüler. ‘Parlamenter yol’un reklamının yapan Kruşçev ve yandaşlarını, II. Enternasyonal revizyonistlerinin kaderi bekliyor.” (“Renmin Ribao – Halkın Günlüğü ve Hungki-Kızıl Bayrak Yazı Kurulları, age, s.452)

“Barışçıl geçiş” meselesinde bütün revizyonistlerin, Marks ve Engels’in bunu kabul ettiğine dair çarpıtma ve demagojilerine Lenin yoldaşın verdiği yanıtı anmadan geçmek mümkün değildir:

“Yetmişli yıllarda Marks’ın, İngiltere ve Amerika’da sosyalizme geçişin barışçıl yoldan gerçekleşebileceğini mümkün saymasına atıfta bulunmak, bir safsatacının argümanıdır, yani daha basit söylenirse, alıntıları ve işaretleri dolandırıcılık için kullanan bir yalancının argümanıdır. Birinci olarak Marks bu olasılığı o zamanlar da bir istisna olarak görüyordu. İkinci olarak o zamanlar henüz bir tekelci kapitalizm, yani emperyalizm yoktu. Üçüncü olarak o sıralar tam da İngiltere’de ve Amerika’da burjuva devlet mekanizmasının en önemli aygıtı olarak bir daimi ordu yoktu, şimdi vardır.” (Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, İnter yay. s.141)

Kruşçev revizyonistleri “barışçıl geçiş” teziyle birlikte, sosyalist devletin burjuva devletlerle kuracağı ilişkilerde -zorunlu olarak- geçerli olan “barış içerisinde bir arada yaşama” ilkesini, ülke içi alana transfer ederek savunma yoluna gitmişler ve sınıf işbirliğine yeni gerekçeler üretmeye çalışmışlardır. Tıpkı diğerlerinde olduğu gibi Nepal’de şekillenen revizyonizmin savunduğu görüşler de aynı merkezdedir. Hâkim sınıf partileriyle girilen ittifak sürekli kılınmış, buna uygun bir devlet formu, yeni demokratik devrime ve sosyalizme ulaşmanın aracı olarak savunulur olmuştur.

Ama daha önemlisi, bu partilerin efendisi konumundaki emperyalist ve yayılmacı devletlerle bağımlılığı pekiştirme anlaşmaları yapılması, feodal sınıfların tasfiyesine yönelik adımların geri alınması ve bunların politik temsilcileriyle yeni ittifak anlaşmalarının imzalanmasıdır.[18] Düşman sınıflarla girilen işbirliği, “barış içerisinde bir arada yaşama” anlayışının pratikleştirilmesi, devrim ve sosyalizm kulvarının tamamen terk edilmesi anlamına gelmektedir.

“Marksizm, bizi, sınıflar ilişkisinin ve tarihin her anının somut özelliklerinin en doğru, aslına en uygun ve nesnel olarak doğrulanabilir, denetlenebilir bir hesabını yapmaya zorunlu kılar. Biz Bolşevikler bu kurala, bilimsel temellere dayanan bir siyaset bakımından kesenkes zorunlu olan bu kurala her zaman bağlı kalmak zorundayız.” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol yay. s.53)

“Barış içinde bir arada yaşama, farklı toplumsal sistemlere sahip ülkeler arasındaki ilişkiyi belirtir ve istenildiği şekilde yorumlanamaz.  Barış içinde bir arada yaşama, asla ezilen ve ezen milletler, ezilen ve ezen ülkeler ya da ezilen ve ezen sınıflar arasındaki ilişkilere uygulanacak şekilde genişletilmemeli ve asla kapitalizmden sosyalizme geçişin esas içeriği olarak tanımlanmamalıdır. Hele, barış içinde bir arada yaşamanın insanlığı sosyalizme götüren yol olduğu hiç söylenemez.” (“ÇKP MK, 30.03.1963”, age, İnter yay. s.34)

Devrimin yerine ikame edilen barışçıl geçiş, “şartlar” ve “zorluklar” ileri sürülerek temellendirilmektedir. “Süper” pozisyon alan emperyalizmle başa çıkmanın zorluğu (aslında imkânsızlığı) karşısında, “dünyada devrim inisiyatifi”, dünya halklarının direnişinin ayrılmaz bir parçası olmak” gibi şartlar ileri sürülmekte, bunların olmadığı durumda devrimi başarmanın (ya da korumanın) imkânsızlığına vurgu yapılmaktadır.[19] Diğer kimi açıklamalarda, emperyalizmin mutlak müdahalesinin tartışılması, “bölgesel devrim” görüşlerinin savunulması da aynı tahlilin sonucudur.

“1957 Moskova Deklarasyonu, ‘bugün başlıca tehlikeyi revizyonizmin oluşturduğunu’ ve revizyonizmin içteki kaynağının burjuva etkisi, dıştaki kaynağının da emperyalist baskılara boyun eğme olduğunu belirtmektedir.” (“Leninizm ve Modern Revizyonizm, Hongqi başyazısı, sayı 1, 1963”,  age, s.85)

Konunun bir diğer boyutunu, “füzyon” teorisinde kendisini gösteren halk savaşı stratejisinin kavranışına dair sorunlu yaklaşım oluşturmaktadır. HS stratejisinin “uzun süreli” niteliği, dengenin devrim lehine çevrilmesi için sabırlı, kararlı ve dirençli bir mücadele anlayışını açıklamaktadır. Savaş neticesinde elde edilen kazanımın özellikle son aşamaya (stratejik saldırı) taşınmasının ardından, emperyalist müdahaleye açık hale gelme durumu, izlenecek “ulusal birleşik cephe” politikası ve taktikleriyle aşılabilecekken, kitlelere güvensizlik içinde, panik ve endişe yaşayarak “kestirme” yola sapmak ve uzlaşı aramak, yenilgiye davetiye çıkarmaktır.  Bu durumda ileri sürülen “denge”, yani “düşmanın gücü” gerekçesi, savaşın doğasında vardır ve bu yaklaşımla her şeyden önce savaşın başlatılması dahi olanaksız hale getirilmektedir.[20]

Proletarya Diktatörlüğü

Devlet teorisinin proletaryanın hedefine ulaşması için taşıdığı bir başka anlam ise proleter devletin pozisyonudur. “Barışçıl geçiş” tezi, proletarya diktatörlüğüne ihtiyaç olmadığı savunularak tamamlanmaktadır. Devletin rolüne dair bu yaklaşım, devletin gerçek manada el değiştirmediği koşullarda yerine ikame edilen durumu ancak proletarya diktatörlüğüne de karşı çıkarak savunabilir. Yıkılması, parçalanması gerekmeyen bir yapının, kendiliğinden ya da başka türlü bir dönüşümü de olamayacağından, proletarya diktatörlüğü zaten boşa düşmektedir.

Oysa sosyalizme doğru gitmenin, demokratik devrimi başarılı kılmanın tek aracı burjuva sınıflar üzerinde proletaryanın kesin egemenliğini tesis edecek bir diktatörlüktür. Bunu marksist kavrayışın can alıcı bir noktası olarak tanımlayan Lenin yoldaş, yoruma açık kapı bırakmayacak netlikte vurgularda bulunmaktadır. Öğretinin en hassas olduğu konuların başında bu husus gelmektedir:

“Marks’ı okuyan ve kapitalist toplumda, her ağır durumda, her ciddi sınıf çatışmasında, seçeneğin ya burjuvazinin diktatörlüğü ya da proletarya diktatörlüğü olduğunu anlamayan her insan, Marks’ın iktisadi ve siyasal öğretilerinden hiçbir şey anlamamıştır.” (Lenin, age, Sol yay. s. 159)

“‘Sosyalistlerin’ anlamadıkları ve teorik miyopluklarını açıklayan, burjuva önyargıların tutsağı kalmaları sonucunu veren, proletarya karşısındaki siyasi dönekliklerini oluşturan esas nokta, kapitalist toplumda, bu toplumun temeli olan sınıf savaşımı az buçuk ciddi biçimde gücünü artırır artırmaz, burjuva diktatörlüğü ile proletarya diktatörlüğü arasında hiçbir orta yol olamamasıdır. Tüm bilmem hangi üçüncü yol düşü, küçük burjuvaların gerici sızlanmasıdır.” (Lenin, age, s.135)

“Tarih, bir diktatörlük, yani siyasal iktidarı fethetme ve hiçbir cinayet karşısında gerilemeyen ve sömürücülerin her zaman gösterdikleri en zorlu, en öfkeli direnci zorla kırma döneminden geçmeksizin, hiçbir ezilen sınıfın hiçbir zaman iktidara geçmediğini ve geçemeyeceğini öğretir.” (Lenin, age, s.128)

“Biz daima, sosyalizmin ‘yürürlüğe konamayacağını, onun en yoğun, en şiddetli, çılgınlığa, ümitsizliğe kadar alevlenmiş sınıf mücadelesi ve iç savaş seyrinde serpilip geliştiğini, kapitalizm ile sosyalizm arasında uzun bir ‘doğum sancıları’ sürecinin bulunduğunu, şiddetin daima eski toplumun ebesi olduğunu, burjuva toplumdan sosyalist topluma geçiş sürecine özel bir devletin (yani belli bir sınıf üzerinde örgütlü şiddetin özel bir sisteminin) denk düştüğünü daima biliyor, açıklıyor, yineliyorduk: yani proletarya diktatörlüğü.” (Lenin,1917, İnter yay. s.549)

“Marksizmi sınıf savaşımı teorisi içinde hapsetmek, marksizmi budamak, onu çarpıtmak, onu burjuvazi tarafından kabul edilebilir bir şeye indirgemek anlamını taşır. Marksist, yalnızca sınıf savaşımının kabulünü, proletarya diktatörlüğünün kabulüne dek genişleten kimsedir. Bu, marksistle sıradan küçük (aynı zamanda da büyük)  burjuva arasındaki en derin ayrımı oluşturan şeydir. Bu, marksizmin gerçek kavranılması ve kabul edilmesinin denektaşıdır. Ve Avrupa’nın tarihi, işçi sınıfını pratik bir sorun olarak bu sorunla yüz yüze getirdiği zaman, yalnızca tüm oportünistlerin ve reformistlerin değil, tüm Kautskycilerin de (marksizm ve reformizm arasında yalpalayan kimselerin) proletarya diktatörlüğünü reddeden zavallı dar kafalılar ve küçük-burjuva demokratları olduklarını tanıtlamış olması şaşırtıcı değildir.” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol yay. s.85)

“İşçi sınıfı hareketinin tüm tarihi bize, şiddete dayalı devrimin proleter devriminin evrensel bir yasası olarak kabul edilip edilmemesinin; eski devlet aygıtının parçalanması ve burjuva diktatörlüğünün yerine proletarya diktatörlüğünün geçirilmesi gerektiğinin kabul edilip edilmemesinin, bir yanda Marksizm ile diğer yanda oportünizm ve her türden revizyonizm arasındaki, bir yanda proleter devrimcilerin diğer yanda proletaryaya ihanet edenler arasındaki sürekli ayrım çizgisi olduğunu öğretmektedir.

Marksizm-Leninizmin temel öğretilerine göre, bütün devrimlerin ana sorunu, devlet iktidarı sorunudur. Ve proleter devriminin ana sorunu, şiddet yoluyla devlet iktidarının ele geçirilmesi ve burjuva devlet mekanizmasının parçalanması, proletarya diktatörlüğünün kurulması ve burjuva devletin yerine proleter devletin geçirilmesidir.” (“Renmin Ribao – Halkın Günlüğü ve Hungki-Kızıl Bayrak Yazı Kurulları, Sekizinci Yorum, 31.03.1964”, age, s.431)

Ordu

Devlet deyince zora dayalı bir kurumdan, örgütlü silahlı bir güçten yani askeri bir yapılanmadan söz ediyoruz demektir. Ordu ya da silahlı kuvvetler, yalnızca devletin değil bütün politik oluşumların vazgeçilmez gücü ve şiddeti kullanmanın temel aracıdır. Devrimci zor ve şiddet, halkın gücünü temsil ediyorsa bunu temsil eden örgüt de ordudur. Bu yüzden Başkan Mao ordusuz halkın hiçbir şey olduğunu söylemektedir. Orduların dağıtılması, bu nedenle, bir devlet ya da devlete alternatif hareketin tasfiyesi için belirleyici bir yerde durmaktadır. Konunun hassasiyetine zamanı vaktinde dikkat çekmiş olanların yalnızca savaş sürecinde değil[21] “barış” döneminin hemen başında da vurguda bulundukları [22] hatırlanacak olursa, bugünkü tavırları izah edilebilir gibi değildir.

“‘Ordu ‘dağılmadan’ hiçbir büyük devrim olmamıştır ve olamaz da. Çünkü ordu eski rejimi desteklemenin en kemikleşmiş aleti, burjuva disiplininin, sermayenin egemenliğini payandalamanın, sermaye karşısında emekçilerin kölece bağlılık ve itaatkârlığını koruma ve gözetmenin en sağlam kalesidir. Karşı-devrim hiçbir zaman ordunun yanında silahlı işçileri hoş görmemiştir, göremez.”

Her muzaffer devrimin ilk işi ise, Marks ve Engels’in defalarca vurguladıkları gibi, eski orduyu parçalamak, dağıtmak ve yerine yeni bir ordu geçirmekti. İktidara çıkmakta olan yeni bir toplumsal sınıf, eski orduyu tamamen darmadağın etmeden (gerici ya da düpedüz korkak küçük-burjuvalar bu nedenle ‘dağılma’ üzerine yaygara koparırlar), son derece zor, acılı bir dönemden herhangi bir ordu olmaksızın geçmeden (böyle zor bir dönemden Fransız Devrimi de geçti) çetin bir iç savaşta yeni sınıfın yeni ordusunu, yeni disiplinini, yeni askeri örgütünü yavaş yavaş kurmadan, hiçbir zaman bu iktidara ulaşamamış ve iktidarını pekiştirememiştir, bugün de bunu yapamaz. Tarihçi Kautsky bir zamanlar bunu anlıyordu. Dönek Kautsky bunu unutmuştur.(Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, İnter yay. s.78)

“Marksist devlet öğretisi bakış açısından da ordu, devlet iktidarının en önemli unsurudur. Her kim devlet iktidarını ele geçirmek ve elinde tutmak istiyorsa, güçlü bir orduya sahip olmak zorundadır. Bazıları bizimle, ‘savaşın her şeye kadir olduğu teorisinin’ taraftarı olduğumuzu söyleyerek alay ediyorlar. Evet, biz devrimci savaşın her şeye kadir olduğu teorisinin taraftarıyız. Bu kötü değil, iyidir; marksisttir.” (“Mao Zedung”, age, s.311)

Ancak BNKP (M) önderlerinin haklarını yememek gerekir. Bu arkadaşlar, Halk Ordusu’nun tasfiye edilmesinin gerekliliğine dair görüşleri önceden dile getirmişler, “kitleleri silahlandırmak için halk içinde eritme” adını verdikleri yöntemle “yeni tipte” bir ordu anlayışını savunmuşlardı.[23] Şimdi, buna uygun hareket ettiklerini söylediklerine şüphe yoktur!

Taktikte Değil Stratejide Esneklik

Kitle inisiyatifini açığa çıkarma, devrimci yöntemlerle ilerleme, halk ayaklanması örgütleme doğrultusunda hem de yakın tarihte alınan kararlar rafa kaldırılmış, bunun yerine niteliği şimdiden ortaya çıkan bir anayasa yazımı ve reformlarla “ilerleme” tercih edilmiş, ordu ve gençliğin tasfiyesiyle örgütün temel güçleri saf dışı bırakılarak sisteme entegrasyon sürecinin içerisine “gönüllü” biçimde girilmiştir. Egemen sınıf partileriyle girişilen ittifak parlamentoya taşınmış ve nihayet hükümette ortaklıkla ifadesini bulan bir koalisyon şeklini almıştır. Karşı-devrimci olarak tanımlanan bu partilerin “devrime” kazanılacağına dair inançları yeni değildir.[24] Ne var ki Egemen sınıf partileriyle koalisyon içerisinde bulunmanın anlamını da yoldaşlar oldukça iyi bilmektedir.[25]

Egemen sınıf partileriyle girişilen ittifak politikası, “taktikte esneklik” [26]adına savunulmakta, “düşmanı sırtına binerek vurmak”tan söz edilmektedir. [27] 21. yüzyılın karakteristik özellikleri adına savunulan bu politikanın askeri alandaki karşılığını füzyon (birleşim) adı altında Halk Savaşı ile Toplu Ayaklanma’nın birleştirilmesi olarak formüle edenlerin, asıl yaklaşımlarının özünde “barışçıl geçiş”in silahlı mücadele ve zorun yerine ikame edilmesi vardır.[28] “Geleneksel, klişeleşmiş, dogmatik ve Ortodoks eğilimlerle savaşıyoruz” diyerek esnekliği stratejide göstermişler, düşmanın kendi sırtlarına binmesi ve başlarından vurmasına izin vermişlerdir. Ağızlarından düşürmedikleri, “dogmatizm ve sol maceracılığa karşı olmak” ile “taktikte esneklik”, modern revizyonizmin birbirini tamamlayan beylik söylemi olagelmiştir:

“Modern revizyonistler, şimdiki durumda, dogmatizme karşı koyma bahanesiyle marksizm-leninizme karşı koymakta, ‘sol’ maceracılığa karşı koyma bahanesiyle devrimi reddetmekte ve taktikte esneklik bahanesiyle hiçbir ilkeye bağlı olmayan uzlaşma ve teslimiyet politikasını öğütlemektedirler. Modern revizyonizme karşı kararlı bir savaşıma girişilmezse, uluslararası komünist hareket ciddi zararlar görecektir.” (“Togliatti Arkadaşla Aramızdaki Farklılıklar, Renmin Ribao başyazısı, 31.12.1962”, age, s.67)

Stratejide katı olunmadığı takdirde taktikteki esneklik “kırılma” ile sonuçlanır. Taktik, stratejiden bağımsız değil, ona hizmet eden, onun için geliştirilen niteliktedir. Meseleyi bu bağlamdan kopararak ele almak, her türden revizyonizmin başlıca tarzı haline gelmiştir. Taktiğe ilişkin konuşuyor gibi görünerek stratejiyle hesaplaşmak, revizyonizmin sinsi, örtülü yapısının sonucudur. Zira iyi bilinmektedir ki taktikte esneklik göstermemenin de faturasını strateji ödemektedir:

“İlkeye dayanan esneklik oportünizm değildir. Tersine, kişi, belirli koşulların ışığında ve ilkelere bağlı kalarak, gerekli esnekliği göstermesini bilmez ve eylemini duruma uydurmazsa oportünist hatalara düşebilir ve bu yüzden devrimci savaşıma beklenmedik zararlar getirebilir.” (“Bir Kez Daha Togliatti Arkadaşla Aramızdaki Farklılıklar Üzerine, Hongqi Yazı Kurulu, sayı 3-4, 1963”, age, s.297)

Karşı-devrimle işbirliğinin emperyalistlerden beklenti içeren bir politikayı savunmasında şaşırtıcı bir durumdan söz edilemeyecektir.[29] Halk savaşının kazanımlarıyla yaratılan devrimci potansiyelin reformlar yoluyla ileriye taşınması eşyanın tabiatına aykırıdır. Bunu “deneyen” tarihteki örneklerin “yanılsama” değil tercihe bağlı olarak hareket ettiklerini tespit etmek, hiç de zor değildir.

“Güçleri toplamak ve devrime hazırlamak çok zordur ve ne de olsa parlamenter mücadele diğerlerine kıyasla kolaydır. Parlamenter mücadele biçiminden sonuna kadar yararlanmalıyız; fakat bu mücadele biçiminin rolü sınırlıdır. Önemli olan, devrimin güç toplaması yolundaki çetin çalışmada ilerlemektir.” (“Renmin Ribao – Halkın Günlüğü ve Hungki-Kızıl Bayrak Yazı Kurulları, Birinci Yorum, 06.09.1963”, age, s.100-101)

“Lenin, ‘kitlelerin devrimci mücadele yöntemleriyle desteklenmeyen hiçbir reform, kalıcı, gerçek ve ciddi olamaz’ der. Devamla: ‘reformlar uğruna bu mücadeleyi, işçi hareketinin devrimci yöntemleriyle birleştirmeyen’ bir işçi partisinin ‘tekkeye dönüşme, kitlelerden kopma tehlikesi vardır, ve … gerçek devrimci sosyalizmin başarısına en büyük tehdit de budur’ (“Renmin Ribao – Halkın Günlüğü ve Hungki-Kızıl Bayrak Yazı Kurulları, Sekizinci Yorum, 31.03.1964”, age, s.455)

Nepal devrimi emekçi sınıflar ve yoksul köylülüğün desteğini halk savaşı yolunda kararlılıkla ilerleyerek kazanmıştır. Kentli halk kitlelerini devrime kazanma ve süreci tamama erdirme amacına, reformlar sayesinde ve “aşamalı bilinçlendirme” yöntemiyle ulaşılacağı hayali görülmüştür. Oysa bu “kazanma” işi belli bir aşamadan sonra ancak “devlet” aygıtı kullanılarak başarılabilecektir. Zira yenilen ve geriletilen hâkim sınıfların kendilerini yok oluşa götürecek böyle bir sürece gönüllü biçimde katlanacakları düşünülemez. Nitekim, bunu görmek için fazla beklemek gerekmemiş ve yapılan anlaşmalar neticesinde, “kazanma” adına adım atma şansı da ortadan kalkmış bulunmaktadır.

“Emekçi ve sömürülen halkın (proletarya dışındaki bütün- bn) bu katmanları, proletaryanın öncüsüne müttefikler sağlar ve ona kararlı bir halk çoğunluğu getirir; ama proletarya bu müttefikleri ancak devlet gücü bir araçla kazanabilir, yani burjuvaziyi alaşağı ettikten ve burjuvazinin devlet aygıtını yıktıktan sonra.” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol yay. s. 219)

An ve Gelecek

Nepal’de son 6 yıl içerisinde izlenen politikada yukarıda sözünü ettiğimiz bütün marksist kavramlar revizyondan geçirilmiştir. Neredeyse bire bir örtüşen savunu ve pratikler karşısında daha 10-15 yıl öncesine kadar tam aksi yönde yorum ve değerlendirme yapanlar büyük bir açmaza düşmüşlerdir. Başkan Prachanda’nın eski revizyonist ve reformistler hakkında söyledikleri, geçmişten günümüze gönderilmiş mektuplar gibidir. Prachanda’nın neredeyse bire bir mevcut durumdaki kendi pozisyonlarını tarif ettiği satırları, revizyonizmin makus talihi (ve tarihi) açısından ibret vericidir. [30]

Sürecin ilk adımı olarak anılan, egemen sınıfların 7 partili ittifakıyla yapılan 12 maddelik anlaşmayla beraber inisiyatif/ipler sürekli karşı-devrimin elinde kalmış, seçimler, kralın gidişi, yeni hükümetler dahil bir dizi politik gelişme eşliğinde bu durum daha da pekişmiştir. Zira artık hızı kesilmiş, süngüsü düşmüş, ordusu tasfiye sürecine sokulmuş, elinden iktidar organları alınmış ve en dinamik kılıcı olan gençlik örgütü lağvedilmiş bir parti vardır ve bütün bunlar koltuk rüşveti karşılığında yapılmış, o koltuklarda “rüyalar âlemine” dalanların devrimle hiçbir alakası kalmamıştır.

Bu süreç taktik bir politikadan öte önceden de açıkça dile getirildiği gibi stratejik bir yönelimi ifade etmektedir. Halk ayaklanması ile son darbeyi indirerek devrimin gerçekleştirilmesi için koşulların olgunlaştığı yerde, soluğun kesildiği bir an yaşanmış, kararsız ve “mecalsiz” tutum karşı-devrime cesaret vermiştir. Ağa düşülmüş, çıkmak için gereken hamle niyetten öte gereksiz görülmüş ve bugüne gelinmiştir. Artı ile eksinin birleşiminden artı lehine sonuçlar beklendiğinde, kazançlı çıkanın devrim değil, karşı devrim olması kaçınılmazdır…

Savunulan politikalar, atılan adımlar ve gidişatla ilgili eleştiriler, birisi henüz savaşın sürdüğü aşamada olmak üzere, barış sürecinin ilk yılında ve devamında merkezi düzeyde yapılan görüşmelerde dile getirilip tartışılmıştır. Kurucu meclis ve seçimlerden başlayarak, barış görüşmeleri, halk ordusunun durumu, emperyalist politikalar ve müdahale olasılıklarıyla birlikte “cephe” politikası, 7 parti ittifakıyla yapılan anlaşmanın içeriği, feodalizmin tasfiyesi ve yeni demokratik devrim programının tartışıldığı görüşmelerde, sürece ilişkin değerlendirme, çekince ve kaygılar iletilmiştir. Bunu daha yakın ilişkide bulunan diğer Maoist partiler ve dahası belli boyutlarıyla kendi içlerindeki muhalefet dile getirdiyse de batağa daha fazla gömülmenin önüne geçilememiştir.

Günümüzdeki tayin edici sorun, partinin içinde bulunduğu durumdur. Bu politikalar sonucu parti büyük bir kaosa sürüklenmiş görünmektedir. İzlenen politikaların yarattığı hayal kırıklığından başka kamuya açık biçimde yürütülen tartışmalar, beraberinde eylemleri getirmediği için kaosu büyütmüş ve halk nezdinde ciddi bir güven bunalımı doğmuştur. Henüz “barış süreci”nin ilk zamanlarında tespit edilen sorunların[31] boyutlandığı ortamda, Prachanda’nın tespiti, yukarıda aktardığımız gibi, “parti ölüyor” şeklindedir. Ne var ki yaşanan sorunlar içerisinde, önde gelenlerinden birisini “ulu” önderlerin konumu, onların mevki ve itibar hırsı, lider kültü oluşturmaktadır. Zamanında bu konuya dair de “iddialı” ve de ne yazık ki doğru sözler eden Prachanda’nın, aynı pozisyona savrulması, en hafif deyimle trajiktir.[32]

Önderliğin çizgisine ilişkin ayrıntılı biçimde aktardığımız üzere bir dizi doğru değerlendirme ve eleştiri getirmekle beraber muhalefetteki yoldaşların tam manasıyla kopuş sağlayacak bir yaklaşım bütünlüğü geliştiremediği, uzlaşı içerisinde hareket edildiği[33], daha önemlisi bunu maddi bir güce çevirme yolunda adım atamadıkları görülmektedir. Çok geç olmadan, sıkı bir kampanyanın örgütlenmesi ve gidişata müdahale edilmesi görevi daha fazla geciktirilmemelidir. BPKD’nin tam da duruma uygun düşen eylem felsefesi benimsenmeli, burjuva karargâhlar kitle inisiyatifi devreye sokularak bombalanmalıdır. Zira buna da dikkat çeken[34] yoldaşların “korktuğu” başlarına gelmek üzeredir.[35]

Bu saatten sonraki seslenişimiz elbette “muhalif” pozisyonda mücadele yürüten yoldaşlaradır. Yazı içerisinde geniş biçimde örneklediğimiz görüşleri, bir dizi konuda doğruları içermekle beraber, revizyonist-reformist hattı şekillendiren tezlerle hesaplaşma yapılmamakta, çizginin yeşerdiği zeminin kurutulmasına yönelik bir çaba sarf edilmemektedir. Yoldaşlar, bir dönem kendilerinin de katkı sunup alkışladığı (bkz. dipnot 14), “yeni çağ” tespiti üzerinden geliştirilen politikaları mahkûm etmek için sorunu, kökleriyle masaya yatırmak, MLM teoriye sıkı sıkıya sarılmak durumundadır. Süreçten çıkışın yol ve yöntemi, ellerindeki teoride en açık biçimiyle vardır. Nepal devrimini bugünlere taşıyan bu olmuştur, bundan sonrasına da ışık tutacağına şüphe yoktur.

Halk Ordusu’nu tasfiye etmenin “onurlu” bir biçimi yoktur. İktidar organlarını düşmana devretmek kendini inkâr anlamına gelmekte, halk savaşını tümüyle boşa çıkarmaktadır. Düşmanla işbirliği içerisinde “devrim”in görevlerini yerine getirmek, gündüz gözüyle hayal görmektir. Emperyalistlerin icazetine sığınarak yeni demokrasiye yürümek ve sosyalizme ulaşmak, her şeyi birbirine karıştırmaktan öte halkı kandırmak, halka ve devrime ihanet etmektir. Durumu “şartlardaki değişim” ile açıklamaya çalışanlar, çok ucuz bir yalana inanmamızı istiyorlar.

Gelinen aşama/evre tekelci kapitalizmin niteliksel bir değişime uğradığını göstermemektedir. Temel karakteristiğine ait özellikler daha çarpıcı bir biçim almıştır. Değişim olarak sıralanacak bütün hususlar esas çerçeveyi ve sistemin üzerinde yükseldiği zeminin ana renklerini bozacak kapsamda değildir. Hiçbir sistem ve ona bağlı olarak çağa ait özelliklerdeki değişim, yeni bir üretim ilişkisini yaratmanın koşulları ortaya çıkmadan, buna yol açan toplumsal devrimler yaşanmadan gerçekleşme şansı bulmamıştır. “Küreselleşme” denilen olgunun daha görünür ve çarpıcı kıldığı emperyalist dünya gerçekliğini, ideolojik kampanya ve devrimci dalgadaki gerilemenin de etkisiyle bambaşka bir algıyla yorumlayanlar tam da sermayenin hedeflediği teslimiyet limanına demirlemiş olmaktadır.

Yeni bir sistem/düzen olarak algılanan üretim ve sermayedeki yoğunlaşma ve merkezileşme olgusu, emperyalizmin ortaya çıkışından beri vardır ve bir asrı aşkın zaman diliminde bugünkü halini almış bulunmaktadır. Bunun yarattığı yeni dünya gerçekliğinin yol açtığı değişimlere bağlı sonuçlar elbette dikkate alınmak zorundadır ama buradan hareketle ana kulvarda, temel kavram ve yönelimde değişimler olduğundan bahsetmek her şeyi alt üst etmek demektir. Emperyalizmin yok oluş sürecinin statik bir çizgide yol alacağını düşünmek saflıktır. Bunun kendi içerisinde belli aşamalardan geçeceği de tabidir. Bu süreçler esnasında sistemin baskı ve basıncı altında “başka” bir dünya aldatmacasına teslim olanlar sınıfsal pusulayı kaybetmiş demektir.

Emperyalizmin yenilmezliğine dair safsatayı dünya halkları bir asrı aşkın bir süredir defalarca paramparça ettiler. Bütün dünyaya ipotek koyan ekonomik güçleri, “muazzam” savaş makineleri, krizler, isyanlar, direniş ve devrimler karşısında acze düşmektedir. “Yenilmezlik” palavrası, en güçlü oldukları iddia edilen bugünlerde, hem de doğru dürüst bir önderliğin olmadığı koşullardaki Irak’ta, Afganistan’da, Ortadoğu’da tuzla buz olmuştur. Kitlelerin gücü ve halk savaşının, silahlı mücadelenin rolü, Latin Amerika’dan “Arap Baharı”na, emperyalist metropollerden, dünyanın kırlarına ve dağlarına kadar her cephe ve platformda emperyalist ve gericilerin saltanat gemisini sallamaya devam ediyor.

Lenin yoldaşın “çamur ayaklı dev”, Mao’nun “kağıttan kaplan” diye tanımladığı emperyalizmin, halkların gücü karşısında hiçbir hükmünün olmadığı, olamayacağı yalnızca dünün değil bugünün de gerçeğidir. “Bölgesel devrim”lerin yeni dönemin karakteristiği olmasından, devrimlerin zorluğu ve imkânsızlığı üzerinden değil, aksine “domino” etkisi bağlamında söz etmek gerekir. Birbirini etkileyecek ve tetikleyecek bir devrim dalgası yaratmanın şartları her zamankinden fazla olgunlaşmıştır. Emperyalizmin “küreselleşme” olgusu, kendi sonuna yaklaşma, yok oluş şartlarını daha fazla olgunlaştırma olarak okunmalıdır.

BNKP (M) önderliğinin elinde artık yeni bir pusula vardır ve gösterdiği yönün hala devrim olacağını beklemek saflıktır. Revizyonizmin sınıfsal temeli burjuvazidir. Savunduğu çıkarlar proletaryaya ait değildir. Bu konudaki tarihi yanılgı, aynı bataklığa yuvarlanmanın bir başka nedeni olmaktadır. Süreci, bitmez tükenmez bir sabır ve iyimser beklentilerle örmeye kalkmak, fazla iyi niyetli olduğu kadar ciddi bir sorumsuzluk olarak da görülmelidir. Geri dönüşü olmayan bir noktaya savrulmak hiç de zor değildir. Düşmanın bütün hesaplarının bunun üzerine olduğunu görmek gerekir.

Nepal Devrimi, halk savaşının büyük başarısı üzerinde yükselmiş, Nepal halkına mal olarak büyük bir deneyim ve kazanım biriktirmiştir. Bu potansiyelin kolay harcanabileceğini düşünenlerin yanıldığını göstermek hiç de zor değildir. Nepalli komünistler tarihi bir eşikte, ağır bir görev ve sorumluluk altındadır. Kitlelerin gücüne güvenmeyen, tarihi halkların yaptığı gerçeğine sırtını dönenlere karşı tam da bu silahı harekete geçirerek sonuca gidileceği bellidir. Kültür Devrimi’nin bilincimizi ışıtan felsefesi bunu emretmektedir.

Bir parçası olduğumuz UKH’ya düşen görev, Nepal’deki sürece daha fazla müdahil olmaktır. Karşı-devrime hizmet eden teslimiyetçi-tasfiyeci çizgiyle yürüttükleri mücadelede Nepalli yoldaşlar büyük bir gayretle desteklenmelidir. Yoldaşlar, doğru bir çizgi tutturdukları, kitleleri seferber eden bir yol izledikleri takdirde, gözler önünde kayıp giden ve yenilgiye uğramanın eşiğinde bulunan Nepal devrimini yeniden ayağa kaldırabileceklerdir. Bir büyük zaferin yaratıcısı olarak Nepalli emekçiler ve yoksul köylüler, savaş ve direniş ateşini yeniden yakabilmenin en büyük güvencesidir.

DİPNOTLAR


[1] “Eski devlet kırsal bölgelerden kovulmuş, ulusal ve bölgesel özerk cumhuriyetler ve yerel iktidarlar, gelişimlerinin ilk aşamasında olmasına karşın, doğmuştur. Bu halk iktidarları Nepal’in özgünlüğüne uygun olarak Federal Halk Devletinin merkezi hükümeti yöneliminde gelişmektedir.” (“Merkez Komitesi Çözümlemesi- Siyasal ve Örgütsel Çözümleme”, agd)

[2] “Maoist Partinin kendi içinde halen tartıştığı diğer bir mesele de demokratik devrimin özüne ilişkindir. Yarı-feodal, yarı-sömürge bir toplum sosyalizme geçmeden önce burjuva demokratik devrim aşamasından geçmek zorundadır. Özellikle Nepal gibi otokratik monarşinin yüzyıllardır hüküm sürdüğü bir ülkede, burjuva demokratik devrimi tamamlamadan önce demokratik cumhuriyet evresinden geçmek ihtiyatlı olacaktır.” (Baburam Bhattarai, 14.01.2011, Demokrasi ve Sınıf Mücadelesi)

[3] Hem kökten hem de niteliksel bir fark var. Demokratik cumhuriyet burjuva cumhuriyet demektir. Çoklu partili bir sistemdir ve burjuvazinin diktatörlüğünü kabul eder. Federal Halk Cumhuriyeti ise halk demokrasisi demektir ve köylülerin, işçilerin, ezilen ulusların ve toplulukların demokratik diktatörlüğü üzerine inşa edilir. Bu yeni demokratik sistemde, anti-feodal ve anti-emperyalist güçlerin partisinin oluşturulması ve onların arasındaki rekabet kabul edilmektedir. Baburam Bhattarai, mevcut demokratik cumhuriyetin kurumsallaştırma yoluyla yeni demokratik bir sisteme dönüştürülebileceğini tartışıyor. Bhattarai, emperyalizme karşı, bizim durumumuzda esas olarak Hindistan yayılmacılığının yarı-sömürge baskısına son vermek için mücadeleyi içeren yeni demokrasinin temel programını terk etti. Onun belgelerinde hiç bir şekilde emperyalizme ve yayılmacılığa karşı çıkan ya da yarı-sömürge koşullara son vermek gerektiğini ve ulusal bağımsızlık hareketi geliştirmeye çağıran tek bir kelime yoktur. Burada net olan şudur ki; o demokratik cumhuriyeti stratejik hale getirerek yeni demokrasinin strateji programını terk etmiştir.” (Dev Gurung, BNKP (M) Daimi Komite Üyesi, 11.10.2011, Demokrasi ve Sınıf Mücadelesi)

 

[4] “NKP (M) temel belgelerinde, Nepal’de devrimin günümüzdeki aşamasını ‘yeni demokratik’ olarak doğru şekilde değerlendirmiş ve devrimin bu aşamasının tamamlanması için programını deklare etmiştir.  Ancak Baburam Bhattarai yoldaş tarafından Mart 2005’de yazılan bir makalede ve Kasım 2004’deki 13 maddelik mektupta yukarıdaki yeni demokratik aşamaya yönelik anlayış esaslı şekilde değişmiş, Nepal devriminin ‘demokratik cumhuriyet alt aşamasından’ geçtiği ilan edilmiştir.

Örneğin 2006’da BBC ile yaptığı röportajda Prachanda yoldaş eski devleti parçalamaya gerek kalmadan oluşacak Yeni Nepal hakkında konuşmaktadır:

‘Nepal halkının cumhuriyete doğru ilerleyeceğine ve barışçıl yollarla Nepal’i yeniden inşa edeceklerine inanıyoruz.’, ‘Beş yıl içinde Nepal güzel, barışçıl ve ilerici bir ulus halini alacaktır.’, ‘Beş yıl içinde milyonlarca Nepalli güzel bir gelecek ve Nepal’i dünyada cennet haline getirmek için ilerlemeye başlayacaktır.’ Dahası, seçilen demokratik cumhuriyetin Nepallilerin sorunlarını çözeceğini de ileri sürmektedir!! :’, ‘Kurucu meclis seçimleriyle Nepal’de demokratik cumhuriyetin kurulacağına inanıyoruz. Ve bu Nepallilerin sorunlarını çözecek ve ülkeyi daha ilerici bir yola sokacaktır.’

Kasım 2006’da İtalyan gazetesi L’espresso ile yaptığı röportajda Prachanda, Nepal’i İsviçre gibi burjuva cumhuriyetine dönüştürmeyi içeren Nepal’in geleceği üzerine vizyonunu daha da ilerletmektedir. ‘On yıl içinde tüm senaryoyu değiştireceğiz, ülkeyi refah içinde yeniden inşa edeceğiz. 20 yıl içinde İsviçre gibi olacağız. Bu benim Nepal için hedefimdir.’ Ve yukarıdaki Nepal’in dönüşümüne ulaşmak için yabancı yatırım kullanmayı düşünmektedir. ‘Yabancı yatırımcıları kabul edeceğiz, dışarıdan gelen sermayeyi Nepal’in iyiliği için kullanacağız.’

Bu nedenle Prachanda yoldaşla NKP (M)’nin diğer önderlerinin çeşitli röportajlarından net şekilde anlaşılmaktadır ki, sosyalizme ve komünizme ulaşma hedefiyle acil görev olarak yeni demokratik devrimi tamamlama Maoist pozisyonundan, seçimlerle “çok partili demokrasinin kuruluşu ve eski devlet yapısı içinde barışçıl araçlarla toplumsal dönüşümü sağlama”ya kayılmıştır. Bu da devletin ve aynı zamanda devrimin aşaması üzerine Marksist-Leninist anlayışa aykırı bir iddiadır.” (HKP(M)’den BNKP (M)’ye Açık Mektup, 20.06. 2009)

 

[5] HKO’nun Entegrasyonu Üzerine 7 Maddelik Anlaşma (01.11.2011)

1. Maoist savaşçıların entegrasyonu ve rehabilitasyonu (…)

b) Maoist savaşçıların en fazla 6,500’ü entegre edilecek. Entegrasyon Nepal Ordusu’nun idaresi altında yapılacak ve idare heyeti personelinin yüzde 65’i Nepal Ordusundan, geri kalan yüzde 35’i Maoist savaşçılardan oluşacak.

c) Entegrasyon için seçilmiş Maoist ordu savaşçıları, bireysel temelde güvenlik teşkilatının standart normlarını karşılamak zorunda olacaklardır. (…)

e) Entegrasyon için seçilen Maoist savaşçılar, tugay kursu ve eğitimini tamamladıktan sonra güvenlik teşkilatı içinde sorumluluk alabilecektir.

f) Entegrasyon süreci başladıktan sonra, barakalarda depolanan tüm silahlar otomatik olarak hükümetin mülkiyeti altına geçecektir.

(…)

6. Geçmiş anlaşmaların uygulanması ve güven ortamının inşası

a) Birleşik Nepal Komünist Partisi(Maoist) tarafından silahlı çatışma sırasında ele geçirilen özel ve kamu mülklerini hak sahiplerine geri iade etmek üzere 23 Kasım’a kadar resmi bir karar alacaktır. Bu mülklerin ele geçirilmesi nedeniyle sahiplerinin uğradığı kayıplar için tazminat ödenecektir.(…)

c) GKB’nin (Genç Komünistler Birliği) paramiliter yapısı ortadan kaldırılmalı, GKB tarafından ele geçirilen tüm kamu ve özel mülkler 23 Kasım’a kadar hak sahibi kurum ve bireylere iade edilmelidir.(…)

e) Yerel yönetim ele geçirilen mülklerin hak sahiplerine geri iade edilmesi anlaşmasının uygulanmasını izleyecek ve gerektiğinde anlaşmayı uygulamaya zorlayacaktır. Politik partiler bunun uygulanması için hükümetle işbirliği içinde olmalıdır.”

 

[6] “1950 anlaşması ve periyodik olarak yapılan ticaret ve geçiş anlaşmaları da dâhil olmak üzere bir dizi eşit olmayan anlaşmalarla garanti altına alınan ekonomik yaptırımlar, Hindistan yayılmacılarının Nepal üzerindeki yarı-sömürgeci hegemonyasının en önemli yönleridir. Bu ekonomik hegemonyanın su kaynaklarının sömürüsü, ucuz emek vb. birçok işlevinin yanında en önemli işlevi Nepal’in, Hindistan mallarının pazarlandığı bir kapalı pazar olarak korunmasını sağlamaktır. (“Nepal’de Ulusal Sorun, Hisila Yami ve Baburam Bhattarai, Şubat 1996”, Nepal’deki Devrimin Sorunları ve Olasılıklar, Kazanılacak Dünya yay. s.344)

 

[7] “Herhangi bir devrimin merkezi sorunu iktidarın silahlı güçlerce ele geçirilmesidir. Yarı-sömürge yarı-feodal ülkelerde iktidar önce kırsalın geri kalmış alanlarında üs alanları inşa edilerek kurulur, ardından kentler kuşatılır, şehirlerde isyanlar örgütlenir ve en sonunda ülke çapında zafer elde edilir. Bu nedenle üs alanlarının ve halk ordusunun önemini vurgulamaya gerek bulunmamaktadır. Bu iki yön her devrimde zafer için vazgeçilmezdir ve hiçbir koşulda pazarlık amacıyla müzakere edilemez.

Bizlere üs alanlarından vazgeçilmeyeceği ve HKO’nun silahsızlandırılmayacağı konusunda güvence vermiştiniz. Ancak neticede her ikisini de yaptınız ve hatta emperyalist bir kurumu -Birleşmiş Milletler- da HKO’nun silahsızlandırılmasını gözlemlemeye davet ettiniz.

Silahları saklamak ve HKO savaşçılarını BM gözetimindeki kamplarda tutmak, 10 yıllık halk savaşı sürecinde elde edilen kazanımları, çok partili demokrasi adı altında yok etmektir. İlk büyük sapma NKP (M)’nin SPA (Yedi Parti İttifakı) ile monarşiyi yıkma adına Üs Alanları’nı yıkma, HKO’yu hareketsizleştirme ve seçimlere katılma konulu anlaşmasıyla ortaya çıktı. Bu çizgi MLM’den ve Uzun Süreli Halk Savaşı kavramından tam anlamıyla bir sapmadır. Bunu meşrulaştırmak için NKP (M), Mao yoldaş önderliğindeki ÇKP’nin Çan Kay Şek’in KMT’si ile birleşik cephe kurup koalisyon hükümeti çağrısı yapmasını örnek göstermektedir. ÇKP’nin bu çağrıyı yaptığı doğrudur. Ancak bir diğer doğru da hiçbir zaman Üs Alanları’ndan vazgeçmeyi ve Kızıl Ordu’yu silahsızlandırmayı önermemesidir.

Ve bu sayededir ki ÇKP, Japonya’ya Karşı Direnme Savaşı’ndan güçlenerek çıkmıştır. Üs alanları ve Kızıl Ordu sayesindeki bağımsız gücü nedeniyle diğerlerine taleplerini dikte ettirebilmiştir. Ve Çin’in çıkarları doğrultusunda hareket etmeyi reddedip, emperyalistlerle işbirliği içinde komünistlere saldırınca, ÇKP KMT’yi izole edebilmiş, Üs Alanları ve Kızıl Ordu’yu hızlı şekilde büyütmüş ve Japonya’ya Karşı Direnme Savaşı’ndan kısa bir süre sonra devrimin zaferini elde edebilmişlerdir. Sonuç olarak ÇKP, KMT’ye Birleşik Cephe’yi önermekle büyük kazanım elde etmiştir. Ancak NKP (M), büyük bir seçim zaferi elde etse de yerel düzeydeki halk hükümetlerini, üs alanlarını dağıtarak ve halk ordusunu silahsızlandırarak büyük bir stratejik kayba uğramıştır.

Şimdi Prachanda yolu NKP (M)’yi veya yeni adıyla BNKP(M)’yi, HKO’yu ve kırsaldaki devrimci halk iktidarını büyük bir tehlikeye sokmakta ve gerici partilerin, Hint yayılmacılarının ve emperyalistlerin insafına terk etmektedir. Kendisini ve geniş kitlelerin çıkarlarını gerici sınıfların ve emperyalistlerin saldırıları karşısında iktidarsız bırakmaktadır. Dayanabileceği bir üs alanı ve gerici darbe ve saldırılara karşı savaşabileceği bir ordusu bulunmamaktadır. (HKP(M)’den BNKP (M)’ye Açık Mektup, 20.06. 2009)

[8] “BNKP(M)’nin devrimci imajı bozulmuştur ve BNKP(M), muhalefet tarafından tedricen dışlanmaktadır. Sıradan halk, yaşamlarını sürdürmekte büyük zorluklar yaşamakta ve ekonomik yaşamlarında devrimci değişimler istemektedir. Genel olarak parti kadroları halkın ihtiyaçlarına yanıt olmak için devrimci bir yol için gayret etmekte ve parti liderliğinin üzerinde büyük bir baskı oluşturmaktadır.” (Mutki Nepal, Ocak 2011, Canada South Asia Solidarity Association (http://lalsalaamcanada.blogspot.com)

“Bu düşünce tarzı, sadece sınıf uzlaşması ve reformizm değildir, bu tamamen bir sınıf teslimiyetçiliğidir. Mücadelenin esas biçimi ulusal kurtuluş hareketi haline gelmişken yurtsever ve devrimci bir ideoloji ile eğitilmiş olan HKO’nun silahsızlandırılması ve dağıtılması ulusal teslimiyetçilik yolunun takip edilmesi demektir. Bazı burjuvalar bile yurtseverdir. Ama, komünist hareketin önderleri ulusal teslimiyetçiliğin doruk noktasına ulaşmış ve burjuvazinin milli duygularının dahi gerisinde kalmışlardır.”

“Demokratik devrimin programına gelince çok netiz. Feodalizm, tekelci ve bürokrat kapitalizmi Nepal’de ortadan kaldırarak ulusal bağımsız bir ekonomi kurmanın dışında başka bir yol yoktur. Her ne kadar da feodalizmin geleneksel politik temsilcisi olarak monarşi sona ermiş de olsa, onun ekonomik ve kültürel kökenleri hala mevcuttur. Diğer taraftan, emperyalizm ve esasen Hindistan yayılmacılığı tarafından uygulanan yarı-sömürgeci baskı olduğu gibi sürmektedir. Tekelci ve bürokrat kapitalizm bugün geçmişten daha çok egemendir. Böyle bir durumda, Nepal halkının temel çelişkisi tekelci ve bürokratik kapitalizme karşı merkezileşmiştir. Ulusal bağımsızlık hareketi ilkesel hale gelmiştir.”

“Elbette barışçıl mücadele arka plan rolü oynuyor, ama MLM’nin öğrettiği gibi, şiddete dayalı devrimin yolu dışında başka bir alternatif yoktur. Bunun içindir ki, halk savaşına dayanan silahlı halkın ayaklanma çizgisini uygulamanın dışında başka bir yol da yoktur. Bu geçen sene yapılan genişletilmiş toplantının politik sonuç bildirgesinin ruhuydu. Ne zaman ki başkan yoldaş Prachanda ve başkan yardımcı yoldaş Baburam bu pozisyondan geri çekildiler, o zaman bu sorun ortaya çıktı.” (Dev Gurung, 11.10.2011, Demokrasi ve Mücadele)

“Bizce Prachanda sağ oportünist, revizyonist bir hat izlemektedir. Bu devrimin sonu demektir ve biz bunu kabul etmeyeceğiz. Bizce HKO’nun adil biçimde entegrasyonu için birincisi büyük çoğunluğu dahil edilmeli, ikincisi, HKO subaylarının birlikleri yönetmelerine izin verilmeli. HKO kadroları orduda üst düzey görevler alabilmelidir. Bağımsız birlikler ve kolektif entegrasyon istiyoruz. İki çizgi mücadelesinin esas meselesi, onların üstyapı aracılığıyla toplumsal bir devrimin gerçekleşmesinin mümkün olduğu yönündeki görüşleri. Üstyapı aracılığıyla devrim yapmak bizce imkânsızdır.” (Netra Biram Chandra (Biplab), Ekim 2011, Demokrasi ve Mücadele)

“Nepal Ordusu kendi cephaneliklerinin anahtarlarını Savunma Bakanı’na hatta Başbakan’a dahi teslim etmiyor. Adil bir entegrasyon konusu nihai bir sonuca erdirilmeden bu ordunun silahlarının teslimiyetinin tartışılması dahi söz konusu olamaz. Bu yol tasfiyeye giden yoldur. Parti yavaş yavaş devrim fikrini terk etmeye başladı. Parti önderliği devrimimizi reformizmin güzergâhına çekiyor.” (Chandra Prakash Gajurel (Gaurav), Ekim 2011, Gateway söyleşisi)

“Kurumsal aktör olarak isimlendirilen parti lideri, parti çizgisini, parti kararlarını ihlal etmekte ve halkın beklediği değişimden sapmaktadır. Bu ciddi bir talihsizliktir! Tarihte, devrimci liderler tasfiyeciliğe, oportünizme yönelmişlerdir ve halkın düşmanı olan kutba geçmişlerdir. Bu tür örnekleri tarihte fazlasıyla bulabiliriz. Demokrasi için savaşan liderler iktidarı kazandıktan sonra kendilerini kral ilan etmişlerdir.” (Mohan Baidya (Kiran), 04.11.2011, Red Star)

“Son olarak, 4 maddelik anlaşma, BIPPA anlaşması, 7 Maddelik anlaşma, HKO’nun tasfiyesi, topraksız ve evsizlerin topraklarının toprak ağalarına iadesi, işçilerin haklarının ellerinden alınması, yerel halkın haklarından mahrum bırakılması parti önderliği tarafından halka, ulusa ve özgürlük hakkına karşı gerçekleştirilen faaliyetlerdir.” (Dilip Maharjan (Bhishma), 22.11. 2011, Red Star)

“Fakat ne oldu; topraksız köylülere toprak dağıtma problemine bir çözüm getirmeden ve bilimsel toprak reformunu uygulamadan, hükümet şimdi tek taraflı olarak köylüleri bastırmak için devletin yerel mekanizmalarını işletiyor ve onları işledikleri topraklardan çıkartıyor. Bu, köylüler için oldukça sinir bozucu bir durum. Bu nedenle, köylüler çok öfkeli ve yoğun bir tepki gösteriyorlar, hükümete karşı direniş ruh hali içindeler.

Köylülerin mücadelesi kesinlikle ülke çapında yayılacak. Bunun arkasında bazı objektif ve sübjektif nedenler bulunmakta. Hükümet eğer bu bağlamda halk kitlelerini bastırmak için devlet aygıtı ile üstümüze gelirse, hükümet partimizin önderliği altında olmasına rağmen onu protesto etmek gerekecektir. (Dharmendra Bastola (Kanchan), 17.12.2011)

 

[9] “Bugünün emperyalist tek kutuplu dünya düzeni ve bunun Nepal’e artan müdahalesi koşullarında devrimi doğru bir biçimde geliştirmek için devrime rehberlik eden ideolojik ve politik çizginin geliştirilmesi zorunlu hale gelmiştir. Yoldaş Prachanda, böyle bir gelişime engel olabilecek dogmatizm ve deneyciliğe karşı mücadelede partinin ihtiyatlı olması gerektiğini özellikle vurgulamıştır. Yoldaş Prachanda şöyle demektedir, ‘Bugün karşımızda durmakta olan, emperyalist müdahaleye ve ulusal teslimiyetçiliğe göğüs gererek devrimi zafere ulaştırma sorunu sonuçta doğru bir ideolojik ve politik çizgi geliştirme sorunudur. Somut şartların somut tahlili temelinde yeni koşullara uygun yeni bir ideolojik ve politik çizgi geliştirmeyi başaramayan bir parti eğer dogmatizm veya deneycilik salgınına yakalanırsa, o zaman devrimi zafere ulaştırmak imkansız olacaktır.’ (Mevcut Durum ve Tarihsel Görevimiz, s. 5). İdeolojik ve politik çizginin geliştirilmesi üzerine burada ileri sürülen bu fikirler teorik olarak geniş kapsamlı öneme sahiptir. Bu, ideolojik ve politik çizgiyi geliştirme sorunu devrimi tamamlama ve karşı-devrimi önleme büyük hedefi ile yakından bağlantılıdır.” (“Prachanda Yolunun Felsefi Anlayışı, Kiran, Aralık 2003”, Nepal’deki Devrimin Sorunları ve Olasılıklar, Kazanılacak Dünya yay. s.86-87)

“Yukarıda tartıştıklarımızdan hareketle, bir sosyalist kamp veya sosyalist üssün yokluğunda proletarya sınıfımızın ve diğer tüm ezilen devrimci kitlelerin daha önce olduğundan çok daha fazla enternasyonal birliğe ihtiyaç duydukları açıktır. Şanlı partimiz NKP(Maoist), mevcut koşullarda sınıfımızın birliğinin şiddetle gerekli olduğunu, bu olmaksızın tek bir ülkedeki devrimin başarıya ulaştırmasının hemen hemen gerçekleşemez (unrealizable-çev.) olduğunu, gerçekleşmesi durumunda bile sürdürülmesinin aynı derecede güç olduğunu düşünmektedir. Partimizin İkinci Ulusal Konferans’ında kabul edilen belgeden iki cümle aktarmak uygun olacaktır:

‘Mevcut özel ekonomik, politik, kültürel ve coğrafik koşullardan ve Hindistan tekelci kapitalizmin hâkimiyetinden dolayı Yeni Demokratik Devrim’i tamamıyla başarmak oldukça güçtür, eğer özel koşullarda başarılsa bile sürdürülmesi hemen hemen imkânsız olacaktır. Devrimciler dikkatlerini, eşitsiz gelişme koşullarına uygun olarak, ortak ve birleşik bir mücadelenin gücünden kaynaklı belli bir ülkenin veya belli bir ülkenin belli bir alanını özgürleştirilebileceği ve ancak o zaman bu bölgenin, bir bütün olarak bölge devrimi doğrultusunda üs alanı rolünü oynayabileceği üzerinde ciddi bir şekilde odaklandırmalıdırlar.’” (“Nepal Devrimi: Dünya Devrimi İle Nasıl İlişkilendirilir?, Gaurav, Ocak 2003”, age, s.357)

“Bununla beraber, uluslararası komünist hareket içerisinde en çok üzerinde uyuşmazlığa ve tartışmaya düşülen ve yeni tipte bir devlet inşa ederken azami dikkati gerektiren meselelerden biri, nihaî ve en yüksek aşamadaki burjuva devleti ortadan kaldırma ve onun yerine yeni tipte bir geçiş devleti inşa etme sorunudur.” (“Yeni Tipte Bir Devlet İnşa Etme Sorunu, Baburam Bhattarai, Şubat 2004”, age, s.369)

“Yeni demokratik/halkın demokratik devletinin bir adım aşağısında bir geçiş devleti görüşü ‘Barış Görüşmelerine Yönelik NKP (Maoist) Tarafından İleri Sürülen Planın Bir Özeti’ (Bkz. NKP (Maoist) 2004) 27 Nisan 2003 tarihindeki barış görüşmelerinin en son turunda önerildi. Parti,  burjuva parlamentarizminin ilerisinde olan fakat halen Yeni Demokrasi düzlemine ulaşmayan böyle bir geçici devlet görüşünün, hem teorik hem de pratik olarak Nepal’in somut koşullarına uygun olduğuna inanmaktadır.” (Bhattarai, age, s.381-382)

Her ne olursa olsun bizler dikkatli ve korkusuzca 21. yüzyılın ihtiyaçlarına uygun olarak proleter demokrasiyi ya da halk demokrasisini geliştirmeliyiz. Bu Prachanda’nın önderliği altında, demokrasinin geliştirilmesine ilişkin olarak partimizin almış olduğu yeni kararın mantıksal temelidir. Dahası, otokratik monarşinin varlığı ve burjuva demokrasisinin dahi tamamlanmamış olması özel durumunu da göz önünde bulundurarak, otokratik monarşiden burjuva demokrasisine ve oradan proleter demokrasiye yürüyüşte demokrasinin karma ve geçiş sürecindeki biçimlerini yaşamak zorunda kalacağımız ihtimalini de reddetmemeliyiz.(Bhattarai, age, s.394-395)

 

[10] “Proleter devrimci sınıfı hayal kırıklığına uğratmak için binlerce defadır Marksizm’in ‘eski’ ve yararsız olduğunu ilan etmektedirler.” (“Marksizm-Leninizm-Maoizm mi Yoksa Revizyonizm mi? Prachanda, age, s.51)

“Revizyonizm nedir? Gerçekte, proletaryanın sınıf mücadelesinin hedefiyle bütünleşmiş Marksizm’de reformlar yapmak ve proleter olmayan hedefe uydurmak için ona biçim vermek revizyonizmdir.” (Prachanda, age, s.52)

“Revizyonizmin önemli özelliklerinden biri, çeşitli bahanelerle sınıf mücadelesini bırakmak, zayıflatmak veya köreltmektir. Lenin’in dediği gibi, Marksizm’in veya sınıf mücadelesinin temellerinde reformlar yapma girişimidir. Geçmişte İkinci Enternasyonal döneği Kautsky, teknoloji ve silahların muazzam orandaki gelişmesinden bahsederek sınıf mücadelesini reddetmişti. Benzer olarak Kruşçev ve Gorbaçov, değişen dünya durumu bahanesiyle barışçıl dönüşüm, barış içerisinde bir arada yaşama ve barışçıl rekabetten bahsederek proletarya diktatörlüğü yerine faşist diktatörlük uyguladılar. Çin’de Deng kliği, sınıf mücadelesinin sona erdiğini ilan etti, kapitalist ekonomi ilkelerini uyguladı ve halen faşist diktatörlüğünü sürdürmektedir. Bu yüzden, revizyonistlerin çeşitli bahanelerle sınıf mücadelesini reddettikleri veya zayıflattıkları ve sınıfsal eşgüdüm bayrağı altında burjuva diktatörlüğünü uyguladıkları evrensel olarak açıktır.” (Prachanda, age, s.53-54)

[11] “Bütün dünya ekonomisi bir avuç tekelin denetimindedir. Orbis bilgi bankasında yer alan 37 milyon şirket bilgisi (2007 verileri) taranarak yapılan çalışmada, gerçek anlamda uluslararası düzeyde faaliyet yürüten 43 bin büyük konsorsiyum saptandı. Bunlar arasındaki ortaklık ve hisse payları neticesinde 1318 firmanın belirleyici olduğu açığa çıktı. Bunların her biri ortalama 20 şirket üzerinde etkili. Bu 1318 tekel, dünya çapındaki cironun beşte birine imza attığı halde beşte dördü üzerinde kontrole sahip. (…) Bu gerçekten ürkütücü bir tablodur. Bunlara yönelik yaptığımız daha derin bir incelemede ise 147 tekelden oluşan A takımı ortaya çıkarıldı. A takımını oluşturan 147 dev tekelin arasında da önemli bağlar bulunmaktadır ve bu firmalarda finans kuruluşlarının önemli bir rolü vardır. Bu 147 tekel dünya ekonomisinin yüzde 40’ı üzerinde belirleyici düzeyde söz sahibi konumda görülüyor. Bunların etki gücünü anlamak için Lehmann Brothers gibi dev bir bankanın iflasıyla nasıl depremler oluştuğuna bakmak yeterlidir.” (Araştırma Raporu, Zürih Teknik Yüksek Okulu (ETH), 06.11.11)

ABD Federal Rezerv verilerine göre (Şubat 2012) bankacılık sektöründe 1980-2005 arası dönemde 11.500’e yakın birleşme gerçekleşti. 2011 yılında beş SIM (Gayrimenkul Aracılık Şirketleri ve Banka Bölümleri: J. P. Morgan, Bank of America, Citybank, Goldman Sachs, HSBC USA) ve beş banka (Deutsche Bank, UBS, Credit Suisse, Citycorp-Merrill Linch, BNP-Paribas) yüzde 90’dan fazla hisse senedinin kontrolünü ele geçirdiler. Borsa sermayesi en büyük 10 şirket, 7800 kayıtlı şirketin yüzde 0.12’sini temsil etmelerine rağmen borsanın toplam değerinin yüzde 41’ini, karın yüzde 47’sini ve artı değerin yüzde 55’ini elde ediyorlar.

 

[12] Günümüz dünyasında Maoizm’i, bugünün Marksizm-Leninizm’i olarak kavramayan hiç kimse gerçek bir komünist olamaz. Günümüz dünyasının Marksizm-Leninizm’i olması nedeniyle, gericiler ve revizyonistler acımasızca Maoizme ve Maoistlere saldırıyorlar.” (“Maoizm Üzerine, Prachanda, Aralık 1991”, Nepal’deki Devrimin Sorunları ve Olasılıklar, Kazanılacak Dünya yay. s.13)

 

[13] 2010 verilerine göre Avrupa’da yoksulluk oranı Fransa’da yüzde 19.3, Almanya’da yüzde 19.7, İngiltere’de yüzde 23.1, İtalya’da yüzde 24.5, İspanya’da yüzde 25.5, Doğu Avrupa ülkelerinde ise yüzde 30 hatta 40’ın üzerindedir. (Eurosat, Newrelease, 08. 02. 2012)

 

[14] “Yoldaş Prachanda tarafından geliştirilen ‘Yirmibirinci Yüzyılda Demokrasinin Gelişimi’ üzerine bu anlayış bir bütün olarak bilimsel sosyalizm alanında MLM’nin en son teorik buluşudur. Bu anlayış uluslararası komünist hareketin tarihinde geniş kapsamlı ve çığır açıcı bir öneme sahiptir. Bu yeni buluş, Prachanda Yolu’nun gelişimine nitelik yükleyerek,  onu evrensel aşamaya çıkarmak için güçlü bir teorik temel rolünü oynamıştır.” “Bu koşullarda Prachanda Yolu şu anda, evrensel olma (yerel değil) sürecinde niteliksel bir sıçrama yapmak için tarihin yeni bir dönüm noktasında durmaktadır.” (“Prachanda Yolunun Felsefi Anlayışı, Kiran, Aralık 2003”, age, s. 99-100)

“Başkan Prachanda yoldaş önderliğindeki Partimiz, 20. yüzyılda Lenin ve Mao tarafından yapılan emperyalizm analizinin 21. yüzyıldaki mücadelede Maoist devrimcilere doğru strateji ve taktikleri geliştirmede bilimsel bir rehberlik edemeyeceğine inanmaktadır.” (“Prachanda Yolu’nun Uluslararası Boyutu”, Basanta,  Worker (İşçi), sa. 10, s. 84)

“ ‘Prachanda Yolu’ en sonunda Lenin ve Mao’nun temel öğretilerini reddeden bir teoriye dönüşmüştür ve bunun Kruşçev’in barışçıl geçiş tezinden bir farkı olmadığı anlaşılmaktadır.” .” (HKP(M)’den BNKP (M)’ye Açık Mektup, 20.06. 2009)

 

[15] “Aynı anda iki karşıt sınıfı temsil eden bir devlet ne tarihte mümkün oldu ne de gelecekte mümkün olacaktır. Marksizm, burjuva ikiyüzlülüğünün tüm bu reform ve sınıf işbirliği zırvalarını tümüyle reddeder ve bu zırvalardan nefret eder. Devlet ya proletaryanın ya da sömürücü sınıfın değişik biçimlerdeki diktatörlüğüdür. Bu iki sınıf arasında hareket eden bir iktidar tasavvur etmekten daha aptalca bir şey olamaz. Bu gerçek ayrıca demokrasi ve özgürlük için de aynı oranda doğrudur. Kapitalist ile işçinin, feodal ile köylünün, ezilen ulus ile emperyalizmin mutabık olduğu özgürlük ve demokrasiden bahsetmenin, Marksizm’e ve sınıf mücadelesinin tecrübelerine ihanet ederek sömürücü sınıfa hizmet etmekten başka bir anlamı olamaz. Aslında tüm bunlar Marksizmin abc’sidir. Lenin der ki, ‘Devlet, özel bir şiddet örgütüdür; herhangi bir sınıfı bastırmak için bir şiddet örgütüdür.’ Peki şimdi BML, hükümetin bir parçası olduktan hemen sonra devlet bir şiddet örgütü olmaktan çıkacak mıdır? Modern merkezi devletin temel organı ile hükümet arasındaki ilişki nedir? Bu soruna özel bir önem vermek gereklidir. Bunu açıklamak için Lenin şöyle der; ‘İki müessese devlet mekanizmasının en önemli özelliğidir: bürokrasi ve sürekli ordu. Devlet iktidarının iki ana unsuru olan bürokrasi ve var olan ordunun direktifleri doğrultusunda hareket etmeye zorlanan herhangi bir hükümetin en azından halkın yanında olması imkânsızdır.’” (“BML Hükümeti: Kriz Sürecinde Feodalizm ve Emperyalizmin Yeni Bir Kalkanı, Prachanda”, Nepal’deki Devrimin Sorunları ve Olasılıklar, Kazanılacak Dünya yay. s.174-175)

Bu iki tip devletin böylesine zıt özelliklerinden dolayı eski devleti genel reformlar yoluyla yeni tip devlete dönüştürmek mümkün değildir. Özellikle toplumun her bir hücresinde sayısız kanallarla bağlı olan ve sürekli ordusu ve bürokrasisi ile ayakta duran modern burjuva devletin varlığı koşullarında, eski devleti tamamen yıkmadan yeni devleti kurmayı düşünmek bile mümkün değildir.” (“Yeni Tipte Bir Devlet İnşa Etme Sorunu, Baburam Bhattarai, Şubat 2004”, age, s.384)

“Yeni devleti kurmak için zorunlu olarak ortadan kaldırılması gereken sürekli ordu, bürokrasi, yargı vb. kurumlar devletin başlıca ve belirleyici organlarıdır. Bununla birlikte, yeni devletin kültürel ve ideolojik temellerini inşa etmek için eski devletin ideolojik ve kültürel organlarını da sistematik bir şekilde çözülmesi gerekmektedir. Bu bağlamda tüm gerçek proleter devrimciler anlamalıdır ki eski devletten yeni devlete barışçıl geçişe dair bütün revizyonist ve reformist yanılsamaları reddetmek taktik bir mesele değil, tersine, stratejik ve teorik öneme sahip bir sorundur.” (Bhattarai, age, s.385)

“Bundan dolayı yeni bir devlet inşa ederken devrimciler her şeyden önce bunun hangi sınıfın diktatörlüğü olduğunu ve hangi sınıfa karşı olduğunu büyük ciddiyet ve açıklıkla belirlemek durumundadırlar. Bizimki gibi yarı-feodal, yarı-sömürge çok sınıflı bir toplumda yeni devletin ilk aşamada, bütün anti-feodal, anti-emperyalist sınıfların ya da proletaryadan köylülüğe ve ulusal burjuvaziye kadar (feodal, komprador ve bürokrat burjuva hariç) tüm sınıfların ortak demokratik diktatörlüğü olacağı kesinlikle kavranmalıdır.(Bhattarai, age, s.387)

 

[16] “Nepal’in acılı geçiş süreci geniş bir konsensüs temelinde çözüme bağlanacaktır. Demokrasinin en temel ölçütü ne özgürlüğün ne de eşitliğin boyutu olup, en yüksek katılımdır. Bizler, içerisinde genel olarak herkese ve özelde ezilenlere yer olan bir demokrasiyi kurumsallaştırmak istiyoruz.” (Baburam Bhattarai, BM Genel Kurulu, 25.09.2011)

[17] “Lenin, bu türden karşı devrimci Kautsky karakterini çürüterek Marksist-Leninist literatürün birikimini geliştirmiştir. Lenin Kautsky’in parlamentarizmine karşı çıkarak ‘Burjuva diktatoryası veya ücretli kölelik altında yapılan bir seçimde proletaryanın çoğunluğu elde ederek iktidara ulaşacağını sadece salaklar ve dolandırıcılar düşünebilir. Eski sistem ve eski iktidar altında iktidar ancak sınıf mücadelesinin ve devrimin seçimlerin yerini almasıyla mümkündür’ der.” (“Kahrolsun Parlamentarizm! Yaşasın Yeni Demokrasi!, Prachanda”, age, s.159)

“Modern revizyonizmin lideri Krusçev de Bernstein ve Kautsky’in tam da aynı geleneğini sürdürdü. Krusçev ayrıca ‘Parlamentoda çoğunluğu ele geçirip onu bir halk gücüne dönüştürmek’ten bahsetti. Krusçev 40 yıl önce barışçıl mücadeleden bahsetti. Krusçev, Brejnev ve Gorbaçov hepsi şiddete dayalı devrime karşı çıktılar. Bu anlayışın, sonunda Rusya’da Yeltsin faşizmini doğurduğu dünya kamuoyunun hafızasında halen tazedir. Mao parlamentoda çoğunluğun elde edilerek sosyalizmin kurulabileceği propagandasını yapan Krusçev revizyonizmine karşı tarihsel bir mücadele başlatmış ve bu düşünceyi tamamen çürütmüştür. Mao, ‘siyasi iktidar namlunun ucundadır’ bilimsel tespitini açık ve net olarak ortaya koyarak ve ‘Emperyalizm çağında sınıf mücadelesi bize, işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin sadece silah gücüyle silahlı toprak ağaları ve burjuva sınıfını alt edebileceğini öğretmiştir. Dolayısıyla bütün dünyanın sadece silahlarla değiştirilebileceğini söyleyebiliriz’ diyerek revizyonizme karşı Marksist mücadele geleneğini takip etmiştir.” (Prachanda, age, s.160)

“Parlamentarizm konusunda revizyonizm ve devrimci Marksizm arasındaki kadim mücadeleye şahit olduğu halde hâlâ parlamentoda çoğunluğu elde ederek halka ‘faydalı’ olunabileceği saçmalıklarını geveleyerek Marksizm’in yaratıcılığını kavramış gibi görünen BML dâhil olmak üzere revizyonistlere ne söylenebilir? İşte tam burada ‘solcu’ küçük burjuvalara, devrim ve halk düşmanlarını selamlamaya koşarak kendilerini kirletmekten alı koymaları için ne önerebiliriz? Gözleriniz olduğu halde kör olmaktan, kulaklarınıza rağmen sağır olmaktan, beyin sahibi olmanıza rağmen aptal olmaktan kurtulun. Feodalizmin ve emperyalizmin zırvalarından uzak durun. Anlık menfaatleriniz için körce ahlakınızı satmayın. Aksi takdirde tarihin güçlü elleri kimseyi affetmeyecektir.” (Prachanda, age, s.160-161)

“Bir kimsenin, kendisini aldatmaması ve küçük çıkarı için emekçi, kitlelere ihanet etmemesi koşuluyla, BML Hükümetinin bu gerici karakterini anlamak için Marksizm’in o ünlü önermesine dikkat etmesi yeterlidir: “Yöneten sınıfın hangi üyesinin halkı parlamento yoluyla bastıracağına ve ezeceğine karar vermek, sadece parlamenter-anayasal monarşilere değil aynı zamanda en demokratik cumhuriyetlerde de, burjuva parlamentarizminin gerçek özüdür.’ (Lenin). Sevgili okuyucular! BML hükümetini ve önderlerini halktan yana düşünen Marksist entelektüeller Marksizm’in bu bilimsel önermesini red edebilirler mi? Nepal’de gerici devletin sınıf karakterinin değişimine neden olan herhangi bir özgünlük var mıdır? Hayır, değişimle devlet ve Marksizm’in sınıf mücadelesi ve parlamentarizme ilişkin önermesinde ne de Nepal gerici sınıfı ve onun iktidarında meydana geldi, fakat değişim feodalizm ve emperyalizme hizmet doğrultusunda gericileşen BML grubunun yozlaşmasında meydana geldi. Değişime, küçük burjuva entelektüellerin bir bölümünün gerici iktidar karşısındaki soytarılık karakterlerinde tanık olundu. Değişim, Marksizm’e ve kitlelerin çıkarlarına ihanette gözlemlendi.” (“BML Hükümeti: Kriz Sürecinde Feodalizm ve Emperyalizmin Yeni Bir Kalkanı, Prachanda”, age, s.175-176)

 

[18] “Sorun yerel yönetimlerle ilgili değildir, esas mesele toprak ağaları ile topraksız köylüler arasındaki sınıf mücadelesidir. Hükümet köylülerin toprak haklarını garanti altına almak yerine, yerel yönetimlerin gücünü kullanarak onların mücadelesini baskı altında tutuyor. Bundan çok net görünüyor ki mevcut hükümet topraksız ve yoksul köylülerden yana saf tutmak yerine açıkça toprak ağalarının yanında yer almaktadır.” (Dev Gurung, BNKP (M) Daimi Komite Üyesi, 11.10.2011, Demokrasi ve Sınıf Mücadelesi)

 

[19] “Dünya halklarının direnişinin ayrılmaz bir parçası olarak gelişmeyen hiçbir ulusal kurtuluşçu, demokratik veya sosyalist hareket günümüzde hiçbir ülkede başarıya ulaşamayacaktır.”

“Eylül-Ekim 2005’deki genişletilmiş MK toplantısında ise ‘devrim içinde devrim’ anlayışı koyuldu ve proleter ideoloji yeni bir seviyeye ulaşarak yeni temellerde yeni bir birlik oluşturuldu. Bu da özünde bir başka kilometre taşıdır devrimci fikirlerin gelişiminde. Öncelikle belge günümüzün küreselleşmiş emperyalizminin nesnel bir değerlendirmesini yapmış ve ancak tüm dünyada devrimin inisiyatifinin kazanılması ile belli bir ülkede devrimin korunabileceği yeni anlayışı ortaya konulmuştur.” (“Merkez Komitesi Çözümlemesi- Siyasal ve Örgütsel Çözümleme”, agd)

 

[20] “Eylül 2005’de Times of India ile yaptığı görüşmede Prachanda yoldaş, ‘ABD, Hindistan ve İngiltere Nepal’in ‘sallanan’ feodal yöneticilerine askeri yardım yapmasaydı partimiz Kathmandu’yu ele geçirmiş olacaktı.’ demiştir. NKP (M) ve Prachanda yoldaş açısından Nepal’de devrimin emperyalist müdahaleye karşı savaşmadan muzaffer olacağını beklemek iyi niyetli bir düşünce değil midir? Her ülkenin iç işlerine müdahale etmek emperyalizmin özünde ve doğasında vardır. Diğer ülkelerin Nepal’in sallantıdaki gerici yöneticilerine askeri destek sunmadan zaferi elde etmeyi hayal etmek romantizmdir. Bu nedenle, bütün devrimler için doğal olan tüm bu faktörlerin sonucunda Nepal’de halk savaşı; stratejik denge aşamasında, büyük zaferlere ve kırsalda devrimci iktidar organlarının oluşturulmasına karşın tıkanmıştır.”

“Şayet NKP (M) Uzun Süreli Halk Savaşı (USHS) stratejisini derinlikli şekilde anlasaydı yabancı askeri müdahale durumunda süreci nasıl ele alacağı ve savaşı ulusal savaşa çevirme ve devlet iktidarını savaş içinde ele geçirme konularında netliğe sahip olurdu. Fakat USHS’nı anlamadaki yetersizlik ve çabuk zafer isteği, partiyi iktidara geçici hükümetle gelmek ve sözde çok partili demokratik cumhuriyet için seçimlere katılmak gibi çok tehlikeli bir kestirme yola sokmuştur. Bu nedenle, eski devleti kesin şekilde parçalama, proleter devleti kurma (yarı-feodal yarı-sömürge Nepal’in somutluğunda demokratik halk devleti), ve toplumla tüm baskıcı sınıf ilişkilerinin radikal dönüşümü yoluyla sosyalizme ilerleme şeklindeki Marksist-Leninist anlayışı hayata geçirmek yerine, mevcut devleti seçilmiş kurucu meclis ve burjuva demokratik cumhuriyet yoluyla reforme etme yolu seçildi. Kırsalın önemli kısmında de-facto iktidar elindeyken bu konuma gelmek aslında büyük bir trajedidir.”

“Şubat 2006’da kendisi ile röportaj yapan The Hindu’dan gazetecinin sorusuna Prachanda’nın verdiği cevap, silahlı mücadele yoluyla devrimi zafere ulaştırmanın imkânsızlığı konusunda varılan sonucu net şekilde ifade etmektedir. Kararın, NKP (M) tarafından ‘iktidarı silahlı mücadele ile ele geçirmenin imkânsızlığını’ kabul etmek anlamına gelip gelmediği sorusuna ‘RNA’nın (Kraliyet Ordusu) gücü ve uluslararası topluluğun muhalefeti nedeniyle monarşiyi devirmek için yeni mücadele biçimlerine ihtiyaç vardır.’ biçiminde cevap vermektedir. Prachanda yoldaş Partisinin bu sonuca ulaşmada üç şeyi dikkate aldığını söylemektedir: ‘Günümüz dünyasında siyasi ve askeri dengenin özgünlüğü, 20. yüzyılın deneyimleri ve ülkenin özgün durumu -sınıfsal, siyasi ve iktidar dengesi.’ (HKP(M)’den BNKP (M)’ye Açık Mektup, 20.06. 2009)

 

[21] “Silahlı kuvvetler ya da ordu tarihteki her devletin bel kemiği olmuştur.  Ordusuz bir devleti düşünmek, ışıksız bir güneşi hayal etmek gibidir. Bu anlamda yeni tipte bir devletin en önemli organını elbette ordu oluşturacaktır. Marks’ın da kendi gözlemleri sonucu ifade ettiği gibi: ‘Proletarya Diktatörlüğünün ilk koşulu proletarya ordusunun varlığıdır’ (Enternasyonal’in Yedinci Yıldönümü). Ordunun ne dereceye kadar ve ne anlamda yeni olacağı devletin de ne kadar ‘yeni’ olacağını belirler.” (“Yeni Tipte Bir Devlet İnşa Etme Sorunu, Baburam Bhattarai, Şubat 2004”, age, s.395)

“Azınlıktaki sömürücü sınıflar için ezilen çoğunluğa karşı savaştığı ve kitlelerle ve üretken emekle ilişkisi kesildiği için ve böylece paralı bir ordu derekesine düşürüldüğü için gerici daimi ordunun içsel karakteri vahşi, halk karşıtı ve karşı devrimcidir. Proleter devrim ve devlet önderlerinin, yeni proleter devleti savunmak için düzenli ordunun ortadan kaldırılmasına ve kitlelerin silahlandırılmasına vurgu yapmalarının nedeni budur.” (Bhattarai, age, s.395)

21. yüzyılın halk ordusunun,  devlet iktidarı ele geçirildikten sonra özel silahlarla modernleştirmenin ve bir kışla ile sınırlanmış eğitimin damgasını vurduğu bir ordu değil, kitlelerin silahlandırılmasına ve kitlelere hizmete adanmış devrimin meşalesi bir ordu olarak kalması garanti altına alınmalıdır. (NKP(Maoist)-2004)” (Bhattarai, age, s.397)

 

[22]“Maoistlerin iktidarını önlemek için HKO’nun silahları esas sorun olarak 7 parti tarafından gündemleştirilmektedir. Tarihte eski orduyu tasfiye etmeden veya yenmeden kurulan tek bir cumhuriyet yoktur.(“Merkez Komitesi Çözümlemesi- Siyasal ve Örgütsel Çözümleme”, agd)

[23] “Prachanda Yolu yeni tipte bir partiyi,  yeni tipte bir iktidarı ve yeni tipte bir halk ordusunu daha üstün bir tarzda nasıl örgütleyeceğimiz konusunda bize rehberlik etti. Bu konuda şöyle denmektedir, ‘21.  yüzyılda halk ordusu, iktidar ele geçirildikten sonra kışlalarda kalarak özel eğitim ve silahlar yoluyla modernize edilme sürecine girmemelidir,  tam tersine onların, tüm kitleleri seferber eden ve yine kitlelere hizmet eden devrimci savaşçılar haline getirilmesi garanti altına alınmalıdır.’ Prachanda Yolu’nun bu gelişimi, Karl Marks’ın silahlanmış kitleler denizi yaratmak için kitleleri silahlandırma ve genel silahlı eğitim verme anlayışıyla bağlantılıdır.” (“Yirmi birinci Yüzyılda Halk Savaşı ve Prachanda Yolu, Ananta, Kasım 2003” Nepal’deki Devrimin Sorunları ve Olasılıklar, Kazanılacak Dünya yay. s.267)

Bu konuda Prachanda Yolu, ‘21. yüzyılda halk ordusunun temel görevi, isyan etme haklarını kullanma yeteneğine sahip bilinçli silahlı kitleler geliştirme tarihsel sorumluluğunu yerine getirmek olmalıdır’ demektedir. (Ananta, age, s.268)

“Eski devleti ortadan kaldırma ve ordu ve bürokrasiyi ‘tüm silahlı halk’ içinde eritme (merge with-çev.) ve kitleleri örgütleme ve silahlandırma ve yeni devlet iktidarının organlarını ‘doğrudan’ kitlelerin kendi ellerine verme, Lenin tarafından geliştirilen yeni tip devlet anlayışının kesinlikle en önemli yönüdür. Bu anlayış,  Ekim Devrimi’nden sonra ‘İşçi, Asker, Köylü Sovyetleri’ biçiminde inşa edilen yeni devlette uygulanmaya çalışıldı”. (“Yeni Tipte Bir Devlet İnşa Etme Sorunu, Baburam Bhattarai, Şubat 2004”, age, s.373)

[24] “Bizim demokratik cumhuriyet sloganımız özel bir güç dengesi durumunda sınıf mücadelesini ilerletmeye yardımcılık eden geçici devrimci sloganı ifade ederken, BML’nin çok partili halk demokrasisi, sınıf eşgüdümünü ve burjuva parlamentarizmin reformist bir çizgisini ifade etmektedir. Bu anlamda aslında BML’nin çok partili halk demokrasisi ile demokratik cumhuriyetimiz arasında büyük bir fark vardır. Son dönemlerde BML ayrıca demokratik cumhuriyete doğru ilerlemekten bahsetti ve aramızdaki temel ortaklıklar üzerine tartışmaları sürdürmekteyiz. Bizler, demokratik cumhuriyet sloganı üzerinden BML’nin de sınıf eşgüdümünün reformist çizgisinden sınıf mücadelesinin devrimci çizgisine doğru ilerleyeceğini umut ediyoruz.” (“21. Yüzyılda Everest Dağında Devrimci Bayrağı Dalgalandır!, Prachanda ile Röportaj, Mayıs 2005”, age, s.427)

“NKP(M) önderliği içerisinde, demokrasi, kavramsal bir problem olarak 2003’le birlikte ortaya çıkıyordu. 2003 yılında gerçekleştirilen Parti MK Plenumu’ndan, ‘21. yy’da demokrasinin gelişimi üzerine’ başlıklı bir rapor geçmişti. Söz konusu raporda, siz, ‘feodalizme ve dış emperyalist güçlere karşı olan bütün siyasi partiler arasında barışçıl bir rekabet’in mümkün olabileceğini iddia ediyor ve ‘Feodalizme ve dış emperyalist müdahalelere karşı olduğu müddetçe, belli bir anayasal düzende çok partili rejim varlığını sürdürebilmelidir.’ demektesiniz.

Prachanda yoldaş 2006’da The Hindu’ya verdiği röportajda şöyle diyordu: ‘Biz parlamentodaki partilere, hepsiyle barışçıl bir rekabete hazır olduğumuzu söylüyoruz.’ Buradaki kelimeler ne rastgele ne de yanlışlıkla kullanılmıştır. NKP(M) lideri açık ve dolaysızca, burjuva-feodal partilere, kendileriyle barışçıl mücadeleye hazır olduklarının teminatını vermektedir. Ve çok partili demokrasiye ilişkin bu kararı, stratejik ve teorik bir ilerleme olarak nitelendirerek Prachanda yoldaş, ilerisi için tehlikeli bir tez ortaya koymuş olmaktadır.” (HKP(M)’den BNKP (M)’ye Açık Mektup, 20.06. 2009)

 

[25] “Feodalizm ve emperyalizmin temsilcileri tüm sistemlerin tehlikede olduğu koşullarda, halkı yanıltma yoluyla sistemlerini savunabilecek yeni bir unsur olarak BML kliğini düşündüler. Bugün BML’nin ihanetinin ve gericilerin zorlamalarının buluşma noktası olarak Majestelerinin BML Hükümeti oluşturuldu.” (“BML Hükümeti: Kriz Sürecinde Feodalizm ve Emperyalizmin Yeni Bir Kalkanı, Prachanda”, age, s.177)

“Olayların gelişim sürecine ilişkin bu analizin doğruluğunu kanıtlamak için, devrimin dersleri bağlamında yoldaş Lenin’in sözlerini aktarmak isterim; ‘Siyaset ve sınıf mücadelesi meselesinde herhangi bir başkasından daha deneyimli ve daha iyi organize olan kapitalistler, derslerini diğerlerinden daha çabuk öğrendiler. Hükümetin durumunun ümitsiz olduğunu kabullenerek, diğer ülkelerdeki kapitalistler tarafından on yıllardır, 1848’den beri, işçileri aldatmak, bölmek ve güçsüzleştirmek için uygulanan bir yönteme başvurdular. Bu yöntem “koalisyon” hükümeti olarak bilinir. Yani, sosyalizmden dönenler ile burjuva üyelerden oluşan birleşik bir kabine.’ Lenin, bunu, Menşeviklerin de ayrıca hükümetin bir parçası olduğu Çarlık rejiminin sona ermesinden sonrası koşullarda söylemişti. Farklı duruma ve arka plana rağmen bu ifade Nepal’de şu anda kral, Kongre (Partisi-çev.) ve BML’den oluşan ‘Ulusal Birlik Hükümeti’ bağlamında tamamı ile uygun düşmektedir.” (Prachanda, age, s.178)

 

[26] “Fakat burada bir şeyde açık olunmalıdır ki, partimiz 20. yüzyılın devrim ve karşı-devrim deneyimlerinden öğrendikten sonra 21. yüzyılda demokrasinin gelişiminden bahsetmektedir ve buna paralel olarak anti-feodal, anti-emperyalist bir anayasal yapı içerisinde çok partili rekabeti kabul etmiştir. Fakat burada kurucu meclis ve demokratik cumhuriyet meselesi stratejik katılık ve taktiksel esneklik açısından anlaşılmalıdır. Bir rejimi yönetme aşamasına gelindiğinde mücadelenin başlangıç aşamasındaki gibi bir donanım talep etmek veya mücadelenin başlangıç aşamasında bir rejimi yönetme aşamasındaki gibi bir özellik talep etmek diyalektik materyalizmi ifade etmez.” (Prachanda ile Röportaj, Mayıs 2005”, age, s.426)

 

[27] “Dünya şu anda, 1920 ve 1930’ların dünyasından çok daha ileri bir noktaya varmıştır. Üretici güçler yeni bir konumda, emperyalizm yeni bir konumda, emperyalizme karşı savaşan halk yeni bir konumda ve bilgi, iletişim ve teknoloji yeni bir konumda. Bu nedenle, proletaryanın askeri stratejilerinin yeni bir konumda olması zorunludur. Partinin, sembolik olarak ‘düşmanı, sırtına binerek başından vurmak’ politikası ayrıca 21. yüzyılın askeri stratejisinin bir parçasıdır. Bu politika sadece askeri bir strateji değildir, fakat ayrıca 21. yüzyılda Marksizm-Leninizm-Maoizm’in tezlerini geliştirme sorunu ile ayrılmaz bir şekilde bağlantılıdır. Sağcı revizyonistlere karşı kararlı mücadele sürdürmeye ek olarak bu sorun ayrıca, komünist hareket içerisinde gelişen geleneksel, ortodoks ve klişeleşmiş eğilimlere karşı savaşmak suretiyle somut durumun somut analizini yapma Marksist ruhunu canlandırıcı fiiliyatını da ifade etmektedir.” (Prachanda ile Röportaj, Mayıs 2005”, age, s.441)

 

[28] “Prachanda Yolu bunu ifade ederek şöyle demektedir; ‘Hâkim devrim modeli anlayışında 1980’den sonra önemli bir değişim olduğu görülmektedir. Bugün silahlı ayaklanma ve uzun süreli Halk Savaşı stratejilerinin birbiri içerisinde kaynaştırılması (füzyon) zorunlu hale gelmiştir. Bunu yapmaksızın herhangi bir ülkede devrimin imkânsız olduğu görülmektedir.’ ” (“Yirmibirinci Yüzyılda Halk Savaşı ve Prachanda Yolu, Ananta, Kasım 2003”,  age, s.262)

“Ülkenin yüzde seksenini kontrol etme düzeyine geldikten sonra öne çıkan görev, kitle temelini ve siyasi iktidar organlarını pekiştirmek, Halk Kurtuluş Ordusu’nun kuvvetini artırmak ve üs alanlarımızın ortasında kalan düşman merkezlerini imha etmek olmalıdır. Kuşkusuz, bu görev meşakkatli bir görevdir ve partililer ve halk arasında karşı konulamaz bir acil zafer umudu karşısında, müthiş bir kararlılık ve sabır isteyen bir görevdir. Halk Savaşı’nın ‘uzun süreli’ özü tam olarak anlaşılmazsa, stratejik saldırı aşamasında ciddi hatalar meydana gelebilir.”

“İlk ortaya atıldığından sonraki beş yılda değişiklikler geçiren füzyon teorisi, 2006 ile birlikte gerici partilerle barışçıl rekabetin, halk demokrasisi ve sosyalizme barışçıl geçişin teorisi olmuştur. Halk savaşı ve ayaklanmanın kaynaştırılmasından müteşekkil Prachanda’nın eklektik teorisi uzlaşmaların ve diplomatik manevraların bir formülasyonundan ibarettir. Bu değişikliğin önemli nedenlerinden biri, günümüz dünyasının içinde bulunduğu durumun hatalı değerlendirilmesi ve emperyalizmin yeni-sömürgecilik formunun yerini global devlet formuna bıraktığı yönündeki tespittir.” (HKP(M)’den BNKP (M)’ye Açık Mektup, 20.06. 2009)

[29] “Nepal iki büyük komşu (Hindistan ve Çin) arasında bir köprü olmak istemektedir. Gelişmiş ülkeleri az gelişmiş ülkelere yardımda bulunmaya çağırıyoruz. BM, eski çatışmalı ülkelerin yeniden inşası için yeni bir Marshall planı benzeri kapsamlı bir paketle inisiyatif almalıdır. Az gelişmiş ülkelerin haklar temelli dönüşümü yaklaşımı BM’nin temel gündemi olmalıdır.” (Baburam Bhattarai, BM Genel Kurulu, 25.09.2011)

[30] “Reformizm proletarya sınıfı, Komünist Partisi ve Marksizm adına parlamentarizme tapınmaya başladı. Komünist Partisi ve burjuva parlamenter partiler arasında politik çizgi, mücadele biçimleri, pratik tavır ve tutum gibi önemli meselelerde farklılıklar ortadan kayboldu. Proletaryanın bağımsız politikasını bastırarak ve nispeten ‘ileri’ mantığını öne çıkararak burjuva parlamenter politikayı izleme eğilimi hâkim hale geldi.” (“Nepal Halk Devriminde İdeolojik Sapma Sorunu, Prachanda”, Nepal’deki Devrimin Sorunları ve Olasılıklar, Kazanılacak Dünya yay. s.26)

“Halka barışçıl, parlamenter ve legal mücadele zehirini sunmak ve içte silahlı mücadeleden bahsetmek reformizmin ikiyüzlü karakterinin göstergesidir.” (Prachanda, age, s.36)

“Stratejik olarak devrimci fakat taktiksel olarak reformist bir devlet iktidarı sloganından bahsetmek aslında proletaryanın davasına ihanet etmeye ve gerici sınıfın çıkarlarına hizmet etmeye denktir. Marks ve Engels’in ta başından itibaren proleter devrim taktiklerini izledikleri dönemin koşullarını, Lenin’in geçici devrimci hükümete vurgu yapmasını ve işçi-köylü-askerlerin demokratik devletine Mao’nun vurgusunu hatırlamak uygun olacaktır.

Fakat Nepal reformizmi hiçbir zaman devlet iktidarı sloganını devrimci bir tarzda gündeme getirmedi. Burada bir, stratejik olarak demokratik devrimden bahsetme fakat pratik olarak ve taktik olarak gerici devlet iktidarını savunma ve onun için mücadele etme geleneği yaratıldı.” (Prachanda, age,  s.41)

“1960 yılındaki Darbhanga oturumunda sunulan sloganların tamamı reformist devlet sloganlarıydı. Sunulan tüm sloganlar proletaryanın bağımsız devrimci davasının sloganları değil, liberal burjuvazinin davasının sloganlarıydı. Bu sürecin devamında, anayasal meclisin monarşik düzen altındaki biçimi ile egemen parlamenter düzen altındaki biçimi arasında bir kıyaslamaya giderek bunlardan ikincisini devrimci bir slogan olarak öne sürme ve bunun sonucunda kadrolar ve halk arasında uzun süren kafa karışıklıklarına yol açma tavrı, bizzat reformistlerin gerçekleştirmiş oldukları bir komplo hareketinden başka bir şey değildir.” (Prachanda, age, s.41)

“Yeni demokratik devleti bir bütün olarak tesis etmek için onun taktik olarak ve pratik olarak tesis etme sürecine yoğunlaşmak gerekir. Bunun için, yerel sınıf mücadelesini yoğunlaştırarak ve yerel halk iktidarlarını tesis ederek merkezi devlet iktidarını tesis etme doğrultusunda ilerlemekten başka Nepal’da devrimci taktik slogan olamaz. Reformizmin, devlet iktidarına ilişkin, Marksizm-Leninizm- Maoizm karşıtı, Yeni Demokratik Devrim karşıtı ve özünde kapitalist olan kapitalist bir slogan ileri sürme geleneğine karşı kararlı bir mücadele olmaksızın devrimci hareketin gelişmesi imkânsızdır.” (Prachanda, age, s.42)

“Burada revizyonizm, barışçıl ve legal hareketlere sürekli vurgu yaparak, Panchayat sistemine dâhil olarak, halkı yanlış yöne sevk ederek, militan mücadeleyi geleceğe erteleyerek, çeşitli gerici ve yoz unsurlarla birliğe, koalisyona ve ortaklığa vurgu yaparak sınıf mücadelesini zayıflatmaktadır.” (“Marksizm-Leninizm-Maoizm mi Yoksa Revizyonizm mi? Prachanda, Haziran 1990”, age, s.54)

“Devrimci Marksistler ile revizyonistler arasında mücadele biçimlerine bakış konusunda da temel bir farklılık vardır. Marksizm-Leninizm-Maoizm, devrimin evrensel bir ilkesi olarak şiddete dayalı devrim ihtiyacının halk arasında yayılmasından ne pahasına olursa olsun vazgeçilmemesi gerektiği gerçeğine vurgu yapar. Gerçek devrimciler, halkı devrime hazırlamak için bir ön koşul olarak mevcut yasalara ve sistemi ihlal etmeye dönük mücadelelere vurgu yaparlar. Lenin, bu şiddete dayalı devrim anlayışının halk içerisinde örgütlü bir şekilde yayılması zorunluluğunu Marks ve Engels’in tüm öğretilerinin özü olduğunu söylemektedir. Lenin, şiddete dayalı devrim anlayışının (Marks ve Engels’in tüm öğretilerinin özü) yaygınlaşmasını önleyen veya halka götürülmesini önlemeye çalışan unsurlara karşı sürekli mücadeleye vurgu yapmıştır.

Stalin şöyle demişti, ‘Eğer birileri bu tarzda bir devrimin burjuva demokrasisi içinde barışçıl bir şekilde başarıya ulaşabileceğini düşünüyorsa, bu onun zihnen iflas ettiği ve sağduyusunu yitirdiği, veya tamamen ve göstere göstere proleter devrimi terk ettiği anlamına gelir.’ Bu konuda Mao şöyle demektedir, ‘Emperyalist çağdaki sınıf mücadelesinden almakta olduğumuz ders; emekçi sınıf ve ezilen halk kitlelerinin sadece silahların gücü ile silahlı kapitalistleri ve feodaliteyi yenebilecekleridir. Bu yüzden tüm dünyanın silahla değişebileceğini söyleyebiliriz.” Bu yüzden devrimci Marksistlerin, halkı ayaklanmaya hazırlamak amacıyla başından itibaren mücadelenin devrimci biçimlerine öncelik verdikleri gün gibi açıktır.

Fakat revizyonistlere gelince, onlar devamlı olarak barışçıl ve yasal mücadele biçimlerine vurgu yaparlar. Marksizm-Leninizm-Maoizm’in evrensel doğrusuna aşina olan modern revizyonistler içerde, şiddete dayalı devrimin zorunluluğunu gelecek için veya stratejik olarak kabul ettiklerini söylerler, fakat bunu taktiksel olarak reddederler.” (Prachanda, age, s.56-57)

“Tam da burada ülkemizin revizyonistleri, mücadeleyi legal ve barışçıl bir alana hapsederek ve ihtiyaç duyulduğu anda halkı silahsız bırakarak gericilere hizmet etmektedirler.” (Prachanda, age, s.57)

“Reformistler, bugünkü komünist hareket içerisinde teorik olarak reformizme karşıymış gibi görünürler. Marksizm ile mutabıklarmış gibi görünürler. Sadece bu kadar da değildir. Marksizm’i yaratıcı bir şekilde geliştirdiklerine ve somut durumu doğru bir şekilde değerlendirdiklerine vurgu yaparak üstlendikleri rollerini icra ederler. Bu durumda reformistleri, tasfiyecileri, Marksistlerden nasıl ayırabiliriz? Bunun için onlara teoriden pratiğe doğru bakmalı ve pratikten teoriye doğru geri gelmeliyiz. Her ne kadar reformistler devrimci teorinin şu veya bu parçasını savunurlarsa da pratikte bunu uygulayamazlar. Bu yüzden onların teorileri en doğru şekilde pratik yaşam ve gündelik faaliyetlerinde ifadesini bulur.” (“Tasfiyeciliğe ve Reformizme Karşı Mücadelenin Önemi, Prachanda”, age, s.182-183)

“Reformistler bunu, devrimci talep ve sloganların yükseltilmesine sürekli karşı çıkarak, devrimci mücadele biçimlerine karşı çıkarak nihaî hedefi ortadan kaldırmak veya hareketten uzak tutmak yoluyla yaparlar. Lenin’in bize öğrettiği gibi, eğer bir kişi reformizme karşı olduğunu söylüyor fakat devrimci hedef, talep ve sloganları hareketten uzak tutuyorsa, asıl kendisi reformisttir. Bugünün çıkarları adına geleceği feda edenler reformisttirler.” (Prachanda, age, s.183)

“Reformistler silahlı devrimin gerekliliğine yönelik örgütlü propagandaya karşı durarak, devrimci hazırlığı sürekli olarak geriye iterek daima barışçıl, yasal ve parlamenter mücadelenin önemine vurgu yaparlar. Silahlı devrim sorununu sadece ‘boş hayal’ ve ‘devrimci söz tüccarlığı’ olarak görürler.” (Prachanda, age, s.183)

“Reformistler, her zaman reformist ve parlamenter bir mücadeleye vurgu yaptıkları için, disiplinli ve militan bir parti yerine gevşek ve anarşist bir kitle partisi oluşturarak daha fazla seçmen çekmek isterler. Proletarya disiplinini bürokratik olarak değerlendirirler. Ayrıca o kadar bireycidirler ki, eğer partiyle mutabık değillerse tüm partiye meydan okur, gözdağı verir ve pasif kalırlar. Devrim için aktif olarak çalışan dürüst ve disiplinli kadrolar, reformistlerin gözünde itaatkâr ve kör taraftarlar olarak görülürler. Böyle kurnaz, geveze olan ve reklam yapmak isteyenler bu bakış açılarında yeteneklidirler. Halkı, birkaç akıllı ve kurnaz insan tarafından yönetilebilecek bir kalabalık sanan kişiler böyle yaparak, aynı burjuva bakış açısını ve çalışma tarzını izlemeye devam ederler.” (Prachanda, age, s.183)

“Nepal Komünist Hareketi’nin 44 yıllık tarihinde reformist hastalık hareket içinde egemen oldu. Proletarya sınıfının devrimci taktiklerini öne çıkarmak yerine gerici sınıfın çıkarlarına hizmet eden çok partili sistemin tesisine yönelik 1990’daki hareket içerisinde reformist taleplere hapsolmak, gerici bir anayasa oluşturarak ilerici olmak, gerici kabineye katılmaya heveslenmek ve halkın üzerine ateş etmek, Marksizm’i Nepal’de uyguladıklarını söylemek ve parlamenter sistemin ilerici olduğu söylemi üzerinden hareket etmek; tüm bunlar çıplak reformizmin tezahürleridir.” (Prachanda, age, s.183-184)

 

[31] Ancak bugün partimizde proleter ruhtan ve amaçlardan sapmalar görülebilmektedir. İdeolojik alanda kişisel küçük burjuva tavırlar; örgütlenme alanında anarşinin gelişmesi, bölgecilik, sekterlik, grupçuluk, bürokrasi; halkla resmi ve mekanik ilişkilerin kurulması, halka hizmet yerine güç kullanma vb tavırlar halkta ezildikleri ve sömürüldükleri hissini uyandırmaktadır. Uluslararası ve ulusal tehditler altında böylesi bir dönemde parti birliği çok büyük ihtiyaçken partimiz çok sayıda küçük burjuva küçük gruplara bölünmüştür. İdeolojik, kolektif ve proleter disiplin yerini sekter disipline bırakmıştır. Gelişmek için birbirine yardım etmek, açıkça ve samimi bir şekilde tartışmak ve eleştiri- özeleştiri yerine taşlamaya ve teşhire dayalı zarar verici küçük burjuva düşünceler ve çalışma tarzı yükselmektedir. Kariyerizm ve açgözlülük parti içinde o kadar arttı ki, baskı, tehdit, pazarlık, yağcılık kurumsallaşmaya başlamıştır. Parti ve halk için çalışma sabrının tükenip daha yüksek konum işgal etme çabası artmaktadır. Benmerkezci bireycilik o derece artmıştır ki kendisinden başkasını görmeyen insanlar yaratılmıştır. Daha üst konum elde etmek için ekonomik anarşizm, bozulma ve oportünizm gelişmektedir. İstediği yerde bağış toplama ve vermek istemeyene zor kullanma eğilimi görülmektedir. İdeolojimizi ve siyasetimizi anlatarak halkı dönüştürme ve bilinçlendirme ve halkın kalbini hizmet ederek kazanma ağır görevi yerine kişinin isteğine göre zor kullanma, tehdit etme eğilimi gelişmektedir.” (“Merkez Komitesi Çözümlemesi- Siyasal ve Örgütsel Çözümleme”, agd)

 

[32] “Kültür Devrimi’nin tüm tarihsel dersleri içerisinde önemli bir ders, kişisel çıkara karşı savaş ve revizyonizmi alt etmedir. Parti ve hareket içerisinde revizyonizmin kökü kişisel çıkara dayanmaktadır. Kişisel çıkarların sayısız biçimlerine karşı acımasızca mücadele etmeksizin revizyonizmi ezmek imkânsızdır. Kişisel çıkarların farklı görünümlerine karşı Halk Savaşı ile beraber iç mücadele de bilinçli bir şekilde ilerlenmeksizin sonunda partinin BML’ye dönüşme tehlikesi ortaya çıkar.” (Halk Savaşı’nın Ortaya Çıkardığı İdeolojik Mücadele Sorunu, Prachanda”, Nepal’deki Devrimin Sorunları ve Olasılıklar, Kazanılacak Dünya yay. s.63)

“Sınıf mücadelesi sürecinde meydana gelen şey şudur ki; önderlik ve iktidar, kadro ve kitleleri bilimsel, demokratik ve bağımsız düşünürler ve inisiyatif sahipleri olarak geliştirmek yerine, sessiz takipçiler ve köleler yetiştirmektedir. İlkesel olarak buna karşı olmamıza rağmen bunun etkisi doğrudan ve dolaylı olarak partimiz içerisinde de kendisini göstermektedir.” (Prachanda, age, s.64)

“Marksizm-Leninizm-Maoizm ve esas olarak Büyük Proleter Kültür Devrimi bu düğümü çözmeye yönelik bilimsel bir yönelim sağlamıştır. ‘Karargâhları bombalayın!’, ‘İsyan etmek meşrudur!’ ve ‘Kızıl ve uzman’ sloganları bunun ifadesidir.” (Prachanda, age, s.64)

“Önderler ölebilir, önderler dejenere olabilir fakat eğer bir ‘devrimci halefler geliştirme süreci’ varsa devrimci hareket ilerler. Bu ayrıca Kültür Devrimi’nin can alıcı (crux-çev.) noktasıdır.” (Prachanda, age, s.64)

“Yoldaş Mao’nun önder, parti ve kitlelere ilişkin aşağıdaki sentezini derinlemesine anlamak zorunludur; ‘Marksizm-Leninizm, önderlerin tarihte büyük bir rol oynadıklarını kabul eder. Halk ve partileri önderlere ihtiyaç duyar. Kitlelerin çıkar ve özlemlerini temsil eden ve tarihi mücadelenin ön safında duranlar, önderler olarak halka hizmet etme kapasitesine sahiptirler. Fakat herhangi bir parti ve devlet önderi kendisini kitlelerin içindeki bir üyeden yukarıda kabul etmeye başladığı zaman kendisini kitlelerden uzak tutar ve gerçek bilgiden yoksun kalır.’ Bu koşullarda eğer kadroların ve halkın bilinci geliştirilmezse o zaman parti ve hareketin büyük kayıplarla yüz yüze geleceği bir durum ortaya çıkar.” (Prachanda, age, s.65)

 

[33]“Kendi aramızda Prachanda’nın mı yoksa Baburam’ın mı daha iyi bir başbakan olacağı meselesini tartışıyoruz. Sonuçta her ikisi de gözlerini o koltuğa dikmiş durumda. Ama son tahlilde partinin kontrolü bizim elimizde ve bizim desteğimiz olmadan ikisinden birinin başbakan olması mümkün değil. Aslında ikisinin de hattı birbirine oldukça yakın. Ama biz Prachanda’ya karşı mücadele vermenin Baburam’a karşı mücadele vermekten çok daha çetin bir iş olduğu kanaatindeyiz.  O yüzden başbakanlık meselesinde Baburam’a destek çıktık.” (Netra Biram Chandra (Biplab), Ekim 2011, Demokrasi ve Mücadele)

“Silahlı mücadele başlatmak ya da güvenlik güçlerini karşımıza almak gibi bir niyetimiz olduğunu söylemiyoruz. Bir ulus olarak tarihi bir dönüşüm sürecinden geçtiğimizi ve krallığın yıkıldığını göz önünde bulundurduğumuzda, güvenlik güçleriyle silahlı çatışmalara girmemiz için bir sebep olduğunu düşünmüyorum. Ama adil entegrasyon ve halk anayasası yazımı süreçleri şiddet yoluyla bastırılırsa, o zaman bu yeni bir halk hareketinin başlaması için yeterli bir sebeptir.” (Chandra Prakash Gajurel (Gaurav), Ekim 2011, Gateway söyleşisi)

“Biz anlaşma fikrine karşı değiliz fakat yanlış anlaşmalara karşıyız. Eğer önderlik aynı fikirde olmazsa, bu meseleyi halka taşıyacağız. Önderlik düzeltme yapmayı düşünmezse, bizler plan ve program geliştirmek zorunda kalacağız. Biz halk için öncelikle anayasanın yapılmasından ve daha sonra ordunun entegrasyonunun gerçekleştirilmesi sürecinden yanayız.” (Mohan Baidya (Kiran), 04.11.2011, Red Star)

“Fakat, biz HKO’nun onurlu bir şekilde entegre edilmesi kararında hemfikiriz, bilimsel bir toprak reformu uygulanmalı ve diğer tüm kötü anlaşmalar feshedilmelidir. Programımız ajitasyondan çıkartılıp gerçeklik haline getirilmelidir.” (Dilip Maharjan (Bhishma, 22.11.2011, Red Star)

 

[34] “Mao’nun önderliğinde 1966’dan 1976’ya kadar sürdürülen BPKD’nin, yeni tipte bir proleter devletin inşasına tarihsel katkılarda bulunduğu noktasında bir şüphe yoktur. Bu bağlamda özellikle aşağıdakiler dikkate değerdir: ‘İsyan etmek haktır’, ‘Burjuva karargâhları bombalayın’ vs. sloganları; devletin işlevlerini yerine getirmek için Paris Komünü modelinde, partisiz kitlelerden meydana gelen devrimci komiteler; kitlelerin silahlanması yoluyla milyonları bulan Kızıl Muhafızlar’ın oluşumu; işçilerin grev hakkının devlet anayasasına konması; vs.” (“Yeni Tipte Bir Devlet İnşa Etme Sorunu, Baburam Bhattarai, Şubat 2004”, age, s.378)

“Çözüm için proleter devrimci metodoloji nedir? Yalnızca kültür devriminin ruhu ile yeni devrimi yükselterek uzun süreli, gerçek ve dinamik bir çözüme ulaşabiliriz.” (“Merkez Komitesi Çözümlemesi- Siyasal ve Örgütsel Çözümleme”, agd)

[35] “ÇKP’de merkezi iktidarı ele geçirdikten sonra ortaya çıkan 3 aşırılık ve 5 aşırılıktan daha kötüsü partimizde merkezi iktidarı ele geçiremeden nasıl ortaya çıkabilmiştir? Bunlara doğru cevaplar veremez ve doğru çözümler ortaya koyamazsak, eminiz ki partimiz ve hareketimiz ABD emperyalizminin ve kralın karşısındaki güçsüzlüğünden kaynaklı tasfiye olacaktır.” (“Merkez Komitesi Çözümlemesi- Siyasal ve Örgütsel Çözümleme”, agd,)

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu