Makaleler

Dengeler yeniden kurulurken…

Geçtiğimiz günlerde MHP Genel Başkan Yardımcısı “Türkiye’nin bütünlüğüne, terörle mücadeleye, üniter yapıya ve ulus devlet modeline bakışta MHP gibi düşünülüyor… Neticede AKP iktidarı MHP’nin dediğine geldi” (24 Mart 2017, Ö. Demokrasi) açıklamasını yaptı. Hatırlanacak olursa Vatan Partisi Başkanı Doğu Perinçek de MHP ile yaptıkları bir “atışmada” AKP’nin kendilerinin dediğine geldiğini vurgulamıştı. MHP’nin veya Vatan Partisi’nin bu sözlerini kimse “şok, büyük itiraf” vs. olarak ele alamaz. Bununla birlikte AKP’nin MHP’lileşmesinin yani faşizmin en saldırgan, ırkçı, tutucu ideolojisine sahip partiyle açıktan aynı noktaya gelmesinin, politika yapanlarca net bir çerçeve içinde tanımlanması önem taşır. Çok değil birkaç yıl önce Erdoğan’ın MHP’ye “kafatasçı” dediği hatırlanırsa oluşan güç dengelerinde MHP’nin ipine sarılmak zorunda kalması elbette önemlidir. İdamın geri getirilmesinin tartışıldığı bugünlerde sarıldıkları MHP’nin ipinin boyunlarına takılması için nedenler fazlalaşıyor.

Referanduma hızlı bir şekilde yol alırken AB’deki çeşitli ülkelerle yaşanan krizlerin tırmandırılarak gündemde uzun süre tutulduğunu görüyoruz. Bu krizlerin, sadece milliyetçi duyguları kabartarak referandumda “evet” çıkmasını sağlamak için tırmandırıldığını varsaymak eksik bir tanımlama olur. İhracatın % 49’unun, ithalatın % 39’unun AB ülkelerine yapıldığı ve dünyada en fazla ihracat yapılan ikinci ülkenin Almanya olduğu düşünülürse ne kadar yükseleceği belirsiz “evet” oyları için krizin bu ölçüde tırmandırılmayacağı sonucuna rahatlıkla varılır. Erdoğan’ın krizi değerlendirirken sarfettiği şu sözlerin gerçeğin belli yönlerine vurgu yaptığını yaşanan gelişmelerden çıkarabiliriz; “Çık ortaya, delikanlıca, ‘Benim Türkiye ile meselem var, bölünmesini, parçalanmasını istiyorum’ de ki herkes kimin ne olduğunu görsün.” (23 Mart, Hürriyet)

Sıklıkla Scyces Picot dengesinin bozulduğu ve Ortadoğu’da yaşanan savaşın bu dengelerin yeniden, günceldeki dinamiklere uygun bir şekilde kurulması sonucunu yaratacağını vurguluyoruz. Scyces Picot’un en önemli sonuçlarından biri Kürt coğrafyasının dört parçaya bölünmesiydi. Şimdi Scyces Picot’un etkisini kaybetmesinin de en önemli sonucunun bu dört parçada tam da örgütlü ve silahlı bir güce sahip olmaları nedeniyle Kürt sorununa dair olacağı ortaya çıkmış durumdadır.

Kürtler, Suriye iç savaşının başlangıcından itibaren hem rejimin güçleri hem “muhalifler” hem de DAİŞ tarafından ya yok sayıldı ya da düşman olarak tanımlandı. Kürtlerin, şu anda birçok ülke tarafından kabul görmesinin en önemi nedeni savaştaki kararlılıkları ve azim olmuştur. Rojavalı güçler DAİŞ’e kaşı kendi topraklarını, özgürlüklerini savunmalarında ABD ve diğer koalisyon güçleriyle çıkarlarının çakışmasını da kendi lehlerine kullanmayı bilmiştir. Ortaya çıkan durum, Suriye’nin resmiyette henüz olmasa da fiili olarak federasyon olarak görülmeye başlamasıdır. Bu durum kısa süre önce Rusya’nın hazırladığı anayasa taslağında da ifadesini bulmuştur. Peşi sıra Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, artık Cenevre görüşmelerinde Kürtlerin varlığının zorunlu olduğunu söyleyerek bunu teyit etmiştir. Üstelik bu ifadeleri, Erdoğan’ın Rusya gezisi üzerinden iki hafta geçmeden kullanması dikkat çekicidir. Yine Efrin’de “ateşkesi korumak/gözlemlemek” amacıyla (!) askeri güç kullanmaları da ortaya çıkan fiili durumun kabul edilmesi anlamına gelmektedir. Rusya, Astana süreciyle bağlantılı olarak gözlemci ülke misyonuyla Efrin’e gittiğini söylese de PYD’nin veya HSD’nin Türkiye’nin kabul etmemesi dolayısıyla Astana’ya katılmadığı, dolayısıyla gözlemlenecek bir ateşkes durumunun olmadığı da açıktır. Türkiye, ilk anda bunu düşük tonla belirttiyse de sonrasında kabullenmek zorunda kaldı ki, Minbiç’te de ABD ve Rus tanklarının kendi bayraklarıyla gezinmeleri, Fırat Kalkanı operasyonunun bundan daha fazla ilerlemesine izin verilmeyeceği anlamına gelmiştir. Netlikle görülmeli ki, Türkiye ile de ilişkilerin tamamen kesilmesi istenmediğinden ABD ve Rusya’nın da dahliyle kantonların birleşmesi engellenmiştir. Emperyalistlerin her zaman kontrol edilebilir bölgeler ve ülkeler istediği asla unutulmamalıdır!

Türkiye’nin dengelerin yeniden oluşturulması sürecinde temel hedefi Kürtlerin kazanım sağlamaması olmuştur. DAİŞ’i Kürtlerin üzerine salması, en önemli ve en düzenli askeri-siyasi güç olmasına rağmen PYD’nin, HSD’nin uluslararası hiçbir toplantıya katılamamasını sağlamaya çalışması en temel uğraşı olmuştur. Fakat bunların etkisiz kalması, Türkiye açısından artık tüm kozlarının kullanılmış olmasını getirdi. Bir taraftan da sınır içinin “temizlenmesi” için uğraşılıyordu. İki yıldır kesintisiz olarak sürdürülen operasyonlarda uluslararası burjuva hukukuna da uymayan sayısız ihlal ve katliam yapıldı. İlişkilerin gerginleştiği ölçüde bunlar da Türkiye için sorun olmaya başlamış durumdadır. Nitekim krizin su yüzüne çıkması da bunlara paralel oldu.

Tüm politikalar tıkanmış durumda

Almanya’nın 2016 yılı içinde Türkiye’ye silah satımını 11 kez insan hakları ihlallerini gerekçe göstererek reddettiği biliniyor. AB ülkelerinin politikalarında etkili olan Cenevre Komisyonu Ocak ayında hazırladığı raporlarda AKP ve Erdoğan’ı eleştirmekte, getirilmek istenen Başkanlık sisteminin burjuva demokrasisine uymadığını açıklayarak insan hak ve özgürlüklerinde ciddi ihlallerin olduğunu vurgulamaktadır. Yine aynı günlerde BM İnsan Hakları Komiserliği Cizre bodrumlarındaki katliamı “kıyamet benzeri bir tablo” olarak tanımladığı ve yerinde inceleme talep ettiği bir rapor yayımlamıştır. Emperyalist devletler çeşitli ülkelerdeki baskı, katliam, sömürü vb. haksızlık/hukuksuzlukları ancak o ülkeleri sıkıştırmak, zora sokma istediklerinde kullanırlar. Katliamlar yapılırken suskun kalanlar, idari tedbirler için yapılan başvuruları reddeden kurum ve kuruluşların şimdi bu raporları yayımlamaları tam da bu nedenledir. Bunlar yetmezmiş gibi(!) Alman İstihbarat Teşkilatı BND’nin başkanı ve aynı günlerde İngiltere’de bir yetkili 15 Temmuz’u Gülen Cemaati’nin yaptığına dair yeterli delil sunulmadığını, ikna olmadıklarını söyledi. Yunanistan’dan sonra Norveç de darbe girişiminden sonra firar eden sığınmacıları iade etmeme kararı aldı.

Eğer BM İnsan Hakları Komiserliği’nin raporunun gerekleri sonuna kadar yapılırsa bu suçların Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne gitmesi durumu söz konusu olacak. Bu durumda Avrupa Konseyine üye olan Türkiye’nin AİHM’de yargılanmasının önü açılıyor. Bunun önünün kesilmesinin tek yolu, aday üyelik sürecini sonlandırmaktır. AB’de birçok ülkenin istediği gibi Türkiye özel statülü devlet konumuna getirilebilir. Böylece ekonomik ilişkiler zarar görmezken Türkiye uluslararası hukuk, çeşitli derecelendirme kuruluşları, siyasi denetimlerden muaf kalacaktır. Bu durum, başkanlık sistemiyle birlikte devletin fazlasıyla işine gelebilir. Erdoğan, 16 Nisan’dan sonra AB üyeliğini referanduma sunacağını belirtti. Büyük olasılıkla bu sefer sandık “idam” kararıyla birlikte sunulacaktır. “Halka soruyorum” popülistliğiyle faşizmini meşrulaştıracaktır.  

ABD’nin Türkiye’nin de içinde olduğu çeşitli ülkelere uyguladığı uçakta laptop yasağı konusu da ayı çerçevede ele alınabilir. Bunun THY’ye karşı olduğu savları Türk yetkililerce gerçeğin üstünün örtülmesi ve tam da bu süreçte “Eyyy Trump” sözlerini yükseltmek zorunda kalmamak için ileri sürülmektedir. Trump’tan sonra Türkiye’nin Avrupa masasından Ortadoğu masasına alındığı, değerlendirmelerin bu çerçevede yapıldığı belirtilmektedir. Ortadoğu masasına alınan Türkiye’nin burada çok hareket alanı yoktur. ABD’nin isteğiyle Mayıs 2015’te protokolü imzalanan Arap NATO’sunun işlevselleşmesi için çalışmalar hızlandırılmış durumda. Oluşumun liderliğini de Türkiye’nin “küs olduğu” Mısır ve Suudlar çekecek!

Türkiye’nin “yeni Osmanlıcılık” hevesleri ve Kürt politikası başta Kürt halkının direnişi olmak üzere çok sert duvarlara çarpmış görünüyor. Bu, saldırganlığının, ırkçılığının artma nedenidir. Ekonomik krizin boyutu, Kürt sorununun geldiği aşamanın ona hareket alanı bırakmaması, AB ülkelerinde ve dünyada da gelişen milliyetçi dalga büyük bir tıkanıklığı geliştirmiş durumda. Bu tıkanıklıklar bugün MHP’lileşerek aşılmaya çalışılmaktadır. Bunun karşısında durmanın yolu, şu anda gündemin kilitlenmiş olduğu referandum süreciyle birlikte halkın öz örgütlülüklerini geliştirmek, 17 Nisan itibariyle tansiyonun yükseleceğini ve halk kitlelerine daha fazla saldırıların gündemleşeceğini görerek anti-faşist halk örgütlülüklerinin kurulmasını sağlamaktır. Bunu elbette referandumda çıkacak sonuca kilitlenmeden ama bu süreçte sağlanan geniş ittifaklar üzerinden yaşama geçirmek zorundayız. Halk kitlelerinin hareketinde, özellikle 15 Temmuz sonrası önemli bir gerileme kaydedilmiş olsa da biriktirilen öfke, bu tür geniş tabanlı ve sağlam örgütlülüklerle açığa çıkartılabilir, yükselen ve daha da yükselecek olan faşizm yenilebilir! 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu