GüncelMakaleler

SENTEZ | Ortadoğu’da Kartlar Yeniden Karılıyor!

"Bölgede giderek daha büyük savaşlara hazırlanan TC devletinin ve ona yön veren sermaye kesimlerinin bu hülyalarına, CHP'de konumlanan az sayıdaki demokratik unsurların karşı koyabilecekleri boş bir hayalden öte bir durum değildir"

Ortadoğu coğrafyasının en temel özelliği büyük emperyalist kutupların, çokuluslu şirketlerin ve tekellerin boyunduruğu altında kendisine bağımlı/yarı bağımlı devletlerin birbirleri ile ittifak kurma veya düşük yoğunluklu çatışma halleridir.

TC, İran, Irak, Suriye, Ürdün, Suudi Arabistan, Yemen, Katar, Bahreyn, BAE, Mısır vb. ülkeler, bölgede işbirlikçi statüde esasta büyük emperyalist kutupların ekseninde hareket etmekten öteye bir varlık gösterememektedirler. Bahsi geçen devletlerin en temel karakteristiği kendi halkını ezmek ve sömürmek iken, yapabildikleri oranda ulusal, dinsel, etniksel, mezhepsel çelişkileri içsel olarak ezmek ancak bir başka devletin bünyesindeki çelişkilerden kendi çıkarına yarar sağlamak olmaktadır.

Mesele Kürt ulusunun hakları konusuna geldiğinde tarihsel süreç, birbirine düşman olan bölge devletlerinin nasıl bir “birlik” oluşturabileceklerini göstermektedir. Kürdün imha olması, yetmediğinde baskı altında asimilasyona tabi tutulması, aslını inkar etmesinin beklenmesi vb. temel haklarından vazgeçmesi amaçlanmıştır. Bu politikanın taban bulmadığı durumda ise devletler “kendi Kürdünü” yaratma politikası geliştirmiştir.

Emperyalistlerin ve bölgedeki işbirlikçi devletlerin çıkarlarına hizmet eden bir Kürt profilinin oluşturulması için yıllardır uğraşılmaktadır. ’90lı yıllardan, özellikle ABD’nin Irak’ı işgal etmesinden sonra, Kürdistan’ın Irak sınırları içinde kalan kısmında Barzani ve Talabani önderliğinde Kürt ulusunun statü sağlama zemini oldukça güçlenmişti. ABD, güçlü bağımsızlık isteğini kendi işbirliği eksenine çekerek, bugün var olan Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetimi’nin (IKBY) temellerini atmış oldu.

Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ve Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin (KYB) daha baştan emperyalistlerin boyunduruğunu kabul ederek yürütmek istedikleri devletleşme süreci, son olarak Eylül 2017 tarihinde kabul edilmeyen bağımsızlık referandumuna kadar sürmüştür. Gerek Barzani (KDP) gerekse KYB günümüzde, izledikleri işbirlikçi çizgiye rağmen “bağımsız” bir devletleşme sürecini yürütemeyeceklerinin farkına varmış durumdadır. Ancak özellikle KDP, işbirlikçi çizgide bir devlet modelinde ısrarlı davranmaktadır ve tüm kartlarını buna göre oynamaktadır.

Durum faşist TC devleti açısından son derece vahimdir. 100 yıllık süreçte Kürt ulusunu sürekli katlederek, soykırıma tabi tutarak bitiremediğini daha net görmüştür. Şimdiki süreçte hiç de kabul etmediği bu ulus içinde seçim yapmak, bazıları ile daha yakın ilişki geliştirerek daha “tehlikeli” gördüğü kesime karşı daha büyük soykırımlar planlamaktadır. TC, aradığı Birakujî (kardeş kavgası) ustasını bulmuş, Barzani’nin kapısına dayanmıştır. Dönemsel olarak kendisi açısından “kabul edilebilir” bir Kürdü, yani KDP’yi PKK’ye tercih etmekte ve PKK’nin Kürt halkı içerisinde etki ve örgütlülüğünü kırmak istemektedir. Elbette bu bir yandan zorunlu bir tercih iken diğer yandan da ABD’nin yönlendirmesi ile cereyan etmektedir.

TC, Kürdü Kürde kırdırma politikasını seçerken ABD, kendi çıkarlarını temsil eden bir Kürt profili ile Ortadoğu’da daha etkin olma amacını gütmektedir. Barzani yönetimine yapılan silah yardımı devam etmektedir.

 

KDP ihanetinde yeni perde

KDP’nin politikası, “benden başka kimse Kürtleri yönetemez” anlayışıdır. Bu vesile ile işbirlikçiliğini, Kürt halkına yönelik ihanetini giderek derinleştirmektedir. Emperyalist devletler ise bu politikayı Kürt ulusunun diğer temsilcilerine dayatmaktan geri durmamaktadır. Amaç, ileride tüm Kürtleri Barzani yönetimine “emanet” etmek ise tüm politikalar buna göre şekillendirilmek istenmektedir. Kürt ulusal özgürlük hareketinin etkisini kırmak için, bu düşünce çerçevesinde hareket eden kadroların ayıklanması ve TC vasıtasıyla imha edilmesi perspektifi bugün yürürlükte olan politikadır. Gerek Rojava alanında gerekse de KYB etkisi altında olan Süleymaniye ve çevresinde PKK kadrolarına yönelik suikastlar yapılmaktadır.

İşbirlikçi statünün Kürt halkının yararına olmadığı, özellikle de TC’nin her geçen gün askeri üslerini artırması meselesinde daha net görülmektedir. Halkın giderek rahatsızlığını daha fazla göstermesi karşısında KDP yönetimi çareyi daha baskıcı araçları devreye koymakta bulmaktadır. Gerek kendi içerisindeki demokratik unsurları bastırırken, gerekse de diğer yandan Rojava yönetim temsilcilerini hapsetmektedir. KDP güçleri tarafından 10 Haziran’da kaçırılan PYD üyeleri Mistefa Osman Xelil ve Mistefa Eziz Mistê 29 Temmuz’da serbest bırakılmıştı. Xelil ve Mistê ile kaçırılan Özerk Yönetim Hewlêr Temsilcisi Cihad Hesen’den ise 108 gündür haber alınamamaktadır.

KDP’nin ihaneti bununla da sınırlı değildir. Türk devletinin, Kürdistan Federe Bölgesi’nde 71’den fazla askeri üs kurmasına zemin oluşturmuş, işgal operasyonlarında aktif bir şekilde rol oynamıştır. KDP’nin TC’nin pratiğinden farkı yoktur. Gerilla alanlarında 55 üs kurması, yollar açması, lojistik-askeri sevkiyatı artırması TC zihniyeti ile eşdeğer bir pratiktir.

Gelinen aşamada KDP güçleri PKK’ye karşı bir savaş başlatmıştır. KDP, IKBY sınırları dahilinde HPG gerillalarına yönelik alan daraltma, imha etme ve TC’nin mevcut alanını genişletme siyaseti gütmektedir. Yine Şengal’e yönelik hava saldırılarında TC ile işbirliğini derinleştirmekte, PKK kadroları başta olmak üzere yurtsever kesimin tasfiyesini amaçlamaktadır. Mexmur Mülteci Kampı’na ve Şengal’e yönelik hava saldırılarının altında yatan siyaset budur.

KDP’nin işbirlikçi ve TC ile bitmez tükenmez kardeşliğine nazaran KYB’de durum bugüne kadar farklı bir durum arz etmiştir. TC’nin KYB üzerinde etkisi KDP’ye oranla daha azdır, ancak son süreçte TC’nin Süleymaniye cephesine daha fazla yüklendiği ve PKK’nin kadrolarına yönelik suikastlarla ve KYB’nin müdahaleleri ile özgürlük mücadelesini bu cenahta sınırlamayı amaçladığı görülmektedir. PKK’nin tecrübeli kadrosu Yasin Bulut’un suikast sonucu katledilmesi, MİT’in Süleymaniye’de etkisini daha fazla artırdığına bir işarettir.

Bu saldırılardan KYB’nin büyük kesiminin rahatsız olduğu bilinmektedir. Zira KYB bilmektedir ki, PKK’den sonra KDP’nin hedefi KYB olacak, hedefi olan 3 parça Kürdistan’da tek iktidar oluncaya kadar saldırılarına devam edecektir. KYB bu amaçla bir yandan KDP’nin bu hedeflerini görerek hareket etmekte, diğer yandan ise PKK’nin halk üzerindeki ideolojik, politik ve örgütsel etkisini sınırlamak istemektedir. Kürt hareketinin özgürlük paradigması KDP’yi rahatsız ettiği kadar KYB’yi de rahatsız etmektedir. Ancak her iki kesim de Kürt hareketinin, Kürt halkı içinde gelişen etkisini frenleyememektedir.

 

Eski düşmandan “yeni dost” politikası

Rojava’daki mevcut kazanımların bölge devletlerini ve özellikle TC’yi rahatsız ettiği bilinen bir durumdur. Bu amaçla Rojava topraklarının bir kısmı işgal edilmiştir. Özerk Yönetim hala büyük bir işgal tehdidi ve ekonomik ambargo altındadır. Yanısıra TC’nin Rojava’daki tüm çelişkilerden faydalanma isteği gücünden bir şey kaybetmemiştir.

Başta su sorunu olmak üzere, halkların birlikte yaşam düzeyinin belirli oranda kırılsa da hala geri olması, ekonomik üretim olanaklarının yeterli olmaması ve beyaz eşya, bazı gıda ve tıbbi malzemelerde dışa bağımlı olma durumu vb. TC’ye bu çelişkileri derinleştirme fırsatı sunmaktadır.

TC de bu fırsatı kullanmak için elinden geleni yapmakta, savaş tehdidini, ajanlaştırma pratiklerini, diğer bölge devletleri ile görüşerek başta Kürt ulusal özgürlük hareketi olmak üzere tüm Kürtlerin ulusal taleplerini boğma amacını devam ettirmektedir. Son olarak TC, MİT vasıtasıyla Suriye rejimine yeniden elini uzatmaktadır.

TC şimdilerde yeni planını devreye sokmaktadır. Suriye rejimi ile anlaşarak Rojava’nın yalnızlaştırılmasını, kuşatılmasını ve süreç içinde işgal edilmesini hedeflemektedir. Asgari oranda Suriye rejimi ve Özerk Yönetim arasında olası işbirliği gelişmelerini daha şimdiden tıkamak istemektedir. Suriye’nin buna nasıl cevap vereceği önümüzdeki süreçte görülecektir ancak bugüne kadar olan siyaseti, Arap milliyetçiliği temelinde Özerk Yönetim’in tanınmaması yönünde idi. Rusya’nın cesaretlendirmesi ile bir diyalog sürecinin başlama olasılığı TC’nin kabusu olacaktır. Bu vesile ile TC her türlü olanağını kullanarak Rejim ve Kuzey-Doğu Suriye Özerk Yönetimini birbirlerine düşmanlaştırma siyasetini dayatmaktadır. Ancak TC, Suriye rejimi açısından işgalci güç pozisyonundadır ve İdlib çıkmazı tüm güncelliğini korumaktadır.

Diğer yanı ile TC, KDP’nin Rojava’ya yönelik hülyalarına büyük yatırım yapmaktadır. Rojava’nın KDP denetimine geçmesi demek dolaylı olarak TC’nin Rojava’daki varlığı anlamına gelmektedir. Bu anlamda Rojava’da varlığını bu hedefe göre şekillendirmiş olan ENKS, toplumsal çelişkilerin derinleştirilmesi için bir maşa görevi görmektedir. ENKS, KDP ve dolayısı ile TC’den aldığı güçle toplum içerisinde Özerk Yönetime karşı girişimlerine devam etmektedir. Tüm kuşatma ve yıpratma politikalarının içteki uzantısı durumundadır. Bu konuda en istekli olan Yekîtî Partisi (PYK-S), içte Kürt ulusal özgürlük hareketinin ideolojik ve siyasi etkisine karşı, karşı-devrimci ve tasfiyeci rolüne iyiden iyiye sarılmış durumdadır.

Ekonomik, siyasi ve askeri kuşatma altında olan Rojava’da mazot ve ekmek fiyatlarına getirilen oldukça cüzi miktardaki artış, bu partiler tarafından bir iç ayaklanma malzemesi haline getirilmiştir. Büyük zarar pahasına halka sunulan mazot ve ekmek fiyatlarının ticari kurumlar ve şirketler için artırılması, halka farklı lanse edilmiş ve halkta kargaşa çıkarılmak istenmiştir. Bu durum esasta ekonomik kuşatmanın getirmiş olduğu zorunlu bir artış iken halkı bağlamamasında Özerk Yönetiminin özel çabası mevcuttur.

Mevcut durumda PYD ve ENKS arasındaki görüşmelerin durma noktasına gelmesinin arka planında ENKS’nin TC’nin uygun gördüğü kışkırtma ve Özerk Yönetime saldırı politikalarına hız vermiş olması yatmaktadır. TC, halk içindeki çelişkileri derinleştirmek için belli politik argümanlar ve yöntemler geliştirmiştir. İlk olarak su sorunu, ekonomik ambargo vb. sorunlar yaratarak halkın Özerk Yönetime karşı kışkırtılmasını sağlamak istemektedir.

 

İdlib: TC’nin çıkamadığı bataklık…

Halep’i Lazkiye ve Şam’a bağlayacak yolların üzerinde olması; bölgede HTŞ’nin, SMO’nun ve onlarca farklı çete grubunun varlığı; ticari anlamda da oldukça önemli bir yerde bulunması dolayısıyla uzunca bir süredir emperyalistlerin ve bölgedeki gerici devletlerin gözleri ve elleri İdlib üzerinde olmasına neden olmaktadır.

Bilindiği üzere İdlib, TC devletinin birçok anlamda desteklediği farklı çete gruplarına ev sahipliği yapıyor. Bununla birlikte HTŞ’nin de en güçlü olduğu alan. TC, İdlib’te “Teröristlerin hem Rusya’ya hem de Esad’a yönelik saldırılarını engellemek için Barış Gücü görevi yürütmek” amaçlı bulunduğunu iddia etse de Rusya’nın böylesi bir korumaya ihtiyacı olmadığı aşikardır.

TC ve Suriye rejim orduları arasında yaşanan şiddetli çatışmaları sona erdirmek ve yeni bir düzenleme yapmak için 5 Mart 2020’de masaya oturan TC ve Rusya, hem ateşkeste uzlaşmış hem de M4 Karayolu’nda ortak devriyeler başlatarak bölgede güvenliği sağlama konusunda görüş birliğine varmışlardı. Ancak bu durum Esad’ın yeni hükümeti kurmasıyla birlikte değişti. Esad, uzunca bir aradan sonra ilk defa Putin’le bir görüşme gerçekleştirdi. Bu görüşmenin ardından, 10 Eylül’de TC ordusuna ait konvoya yönelik bir saldırı gerçekleşti. Bu saldırıda 4 TC askerinin öldüğü bilgisi paylaşıldı. Bununla birlikte bölgede Mart 2020’den beri durulan suların yeniden hareketlendiği konuşulmaya başlandı.

TC tarafından desteklenen çeteler kendilerine verilen sözlerin tutulmasını istiyor. TC konvoyuna yönelik saldırının zamanının manidarlığı konusunda Astana ve Soçi süreçleri ile Esad-Putin görüşmesi hatırlatılarak sürekli İdlib’te TC’nin varlığının önemine ve mağduriyetine vurgu yapılsa da esasta yenilginin kılıfı uydurulmaya çalışılıyor.

İdlib’te TC’nin varlığı meselesi “El Bab’ta Rusya’nın ricasıyla iç temizlik, Efrin’de PKK, Fırat’ın doğusunda PKK uzantılı YPG terör örgütü ile mücadele ve ABD ile ilgili sıkıntılar” gibi başlıklarla devletin kalemşörleri tarafından meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Oysa biliniyor ki, SMO denilen güç, TC tarafından örgütlenmiş ve açıkça destekleniyor. Yine İdlib başta olmak üzere Suriye’nin genelinde onlarca irili ufaklı çete grubu ile TC’nin direkt ilişki ve bir alışverişi vardır. Zaten buralardan devşirdiği çeteleri, Libya ve Dağlık Karabağ’ın (Artsahk) işgali için de kullandı ve kullanmaya devam ediyor. Suriye rejiminin bölgeye girmesi durumunda “milyonların Türkiye’ye göç edeceği” yalanıyla TC, bir başka gerçeğin üzerini örtmeye çalışıyor. Bu gerçek bölgede yakaladığı gücü kaybetmekten korktuğu gerçeğidir.

Bir yandan ellerini ovuşturarak daha kuvvetli bir çete bağlantısı umuduyla Taliban’ı desteklediğini söylerken diğer yandan Afganistan’dan gelen göç dalgasından korktuğunu belirterek mağdur rolü yapan TC, aynı durumu İdlib için de tekrarlıyor.

Çetelerle ilişkisi devam eden TC’nin İdlib’teki varlığına yönelik tartışmalarda Rusya, Dışişleri Bakanı Sergey Lavron aracılığıyla “Türkiye’ye verilen görev henüz tamamlanmadı. Daha da uzun bir yolumuz var” diyerek niyetini ortaya koydu. Ancak diğer yandan Esad rejimi ve Rusya arasında Lazkiye-Halep-Şam yollarının açılması, bu yolda rejime bağlı güçlerin güvenli şekilde hareket edebilmesi üzerine yapılan anlaşmadan İdlib’teki çeteler rahatsız. Türk-Rus devriyeleri ilk başladığında Ebu Bekir Sıddık’ın güçleri bir Rus aracını roketlerle vurmuş ve yine ardından TSK aracı hedef alınmıştı. Bu nedenle 10 güne yakın bu yolda devriye yapılamamıştı.

Son birkaç gündür Efrîn’de başlatılan Rusya saldırıları göstermektedir ki, İdlib de dahil olmak üzere Rojava çevresindeki bütün bölgelerde Kürtlerin durumu kilit nokta konumundadır. Rusya’nın çeteler bahanesiyle TC üslerini vurması ve İdlib’te yaşanan gelişmeler aynı zamanda Erdoğan-Putin görüşmesi öncesinde TC’yi ikna etme planı şeklinde de okunmalıdır. TC, Kürtlerin bölgede herhangi bir statü alma durumunda müdahale etme imkanlarını kaybedeceğinden dolayı her geçen gün battığı bu bataklıktan çıkmayacaktır ve Rusya da bu durumu desteklemektedir. ABD olduğu sürece bu pazarlık devam edecektir. Ki, 10 Eylül’deki saldırının ardından ABD Türkiye Büyükelçiliği, sosyal medya hesapları üzerinden “Türkiye’nin terör karşısında yanındayız” mesajı vermişti.

TC’nin bir yandan ABD diğer yandan Rusya ile yürüttüğü ilişkiler bu pazarlığın önemli bir bölümünü oluşturuyor. Bu Rusya’nın da işine gelen bir durum. Bir taraftan ABD ile arasında bir rekabet varken diğer taraftan Kürtlere karşı uyguladığı politikanın da bir parçası. Su götürmez bir gerçek ki, Kürtlerin bölgedeki durumu hem Esad-Putin görüşmesinin önemli bir gündemiydi hem de Erdoğan-Putin görüşmesinin önemli bir gündemi olacak. Özellikle de Kuzey-Doğu Suriye Özerk Yönetiminin yapmakta olduğu diplomatik görüşmelerin ardından…

İdlib’te Suriye rejimi şimdilik ilerleyecek gibi görünüyor. Bu sayede Rusya-ABD pazarlığında da, Kuzey-Doğu Suriye Özerk Yönetimi’nin durumunda da yeni bir boyuta geçilebilir. TC’nin ise milyonlarca lira harcayarak ve büyük laflar ederek girdiği ve kalmaya devam ettiği İdlib’teki durumu, genel olarak bölgede yaşadığı hezimet, TC askerlerinin kendi çeteleri tarafından öldürülmesi ve Rusya’yla yaşanan gelişmeler hem günü kurtarma politikalarının getirdiği sonuçlardır hem de bu politikaların devamının olacağının göstergesidir.

 

Lozan Anlaşması’nın 100. yılına giderken…

2021 yılı, 24 Temmuz 1923’te İsviçre’nin Lozan şehrinde imzalanan anlaşmanın 98’inci yılı olmuştur. 2023 yılı bu anlaşmanın 100. yılıdır ve anlaşmanın hükümlerini yitireceği bir yıldır. Dönemin emperyalist devletlerinin denetiminde Kürdistan 4 parçaya bölünmüş, Arap ulusuna devletleşme imkanı verilmiştir. Yine TC’nin hakimiyet sınırları çizilmiştir. Ancak o dönemde olduğu gibi bugün de TC’nin Kürdistan üzerinde, özellikle Musul ve Kerkük gibi petrol zengini bölgeler üzerinde hakimiyet hülyası hiçbir zaman sönmedi. Emperyalist devletlerin bölgesel çıkarlarının baskısı altında istediği işgalleri gerçekleştirememenin getirmiş olduğu basıncın yanı sıra Kürt hareketi tarafından TC’nin hareket alanı oldukça daralmış durumdadır.

Anlaşmanın hükmünü yitirmesine ramak kala TC’nin tüm gücü ile bölgeye askeri yığınak yapması, Efrîn’den Rojhilat’a kadar sınırlarının öte tarafına taşma eğilimi ve Kürdistan’a adeta sefer başlatması, 2023 yılına nasıl bir hazırlık yaptığını göstermektedir. Hedefi, sınırlarını olabildiğince genişletmek (bu Rojava’da 32 km güneye inme olarak lanse edilmişti) ve bu alandaki Kürt varlığı başta olmak üzere çeşitli milliyetlerden halkların özgürlük arayışlarını ezmektir.

AKP-MHP iktidarı bu savaş konsepti için bulunmaz kaftan niteliğindedir. Türk komprador burjuvazisinin bu yeni neo-Osmanlıcı aktörleri, Türk egemen sınıflarının aklının dışa yansıması olarak okunmalıdır. Türk komprador burjuvazisi, Lozan’ın 100. yılını bu anlamda kendi adına kazanımlarla sonlandırmak istemektedirler. Bu amaca giden bir buçuk yıllık süreci içeride büyük baskılarla ve Ortadoğu’da yeni yerler işgal ederek ve kendisine bağımlı kılarak geçirmenin planları yapılmaktadır. Son süreçte burjuva basında R.T.Erdoğan’ın İdlip’i ilhak ederek, “toprak kazanmış fatih” propagandasıyla seçimlere gideceği yazılıp çizilmektedir.

Ancak TC’nin bu hülyalarının sınırını belirleyen temel faktörlerden birisi devrimci ve yurtsever direnişler oluştururken, bir diğer faktör ise ABD ve Rusya’nın bölgeye yönelik temel çıkarlarıdır. Özellikle çokça üzerinde konuşulan Musul ve Kerkük’ün kaderini ilk etapta emperyalistlerin belirleyecek olması, TC’yi daha fazla onlara bağımlı kılmaktadır.

Bir diğer durum ise Lozan Anlaşması’nın vadesinin dolmasına ramak kala bölge gerçekliğinin önemli oranda değişim gösterdiğidir. 100 yıl önce soykırıma uğrayan Ermeni ulusunun bölgede devletleşmesi engellenememiştir. Kürt ulusu IKBY’de otonomi statüsü elde etmiş ve Kürt ulusal özgürlük hareketinin yarattığı ulusal, politik ve askeri etki 4 parça Kürdistan’da yaygınlık kazanmış, Kürtlerin ulusal bilincinde önemli sıçramalar gerçekleşmiştir. Yanı sıra Rojava Devrimi ile halklar barış içinde birarada yaşama olanağına kavuşmuşlardır.

 

CHP yeniden Kürt kapısını çalıyor…

CHP’nin 5 Eylül’de Erbil’e yaptığı ziyaret devletin diğer klikleri katında belli bir merak uyandırmış görünmektedir. Oğuz Kaan Salıcı başkanlığında CHP heyetinin Mesut Barzani ve IKBY hükümet yetkilileri ile Ezidi önderleri, KYB ve Kerkük’te Türkmenlerle görüşmelerde bulunmasını, “Ortadoğu Barışı ve İşbirliği (OBİT) çerçevesinde bir teşkilatlanmanın gerekli olduğu, CHP’nin buna aday bir parti olarak bu görüşmeleri devam ettireceği” söylenmektedir.

Geleneksel Kemalist devlet aklının en temel temsilcisi olan CHP’nin Kürtlere yaklaşımı ve özellikle Ortadoğu barışından ne anladığını tarihte yaşanan soykırımlardan bilinmektedir. CHP, bu politikasından esasta vazgeçmemiştir. Devleti elinde bulunduran sermayenin bir kesiminin temsilcisi olarak CHP’nin bir sonraki döneme hazırlık yaptığı ortadadır. Bu konuda emperyalistlerin bir kesimi tarafından cesaretlendirilmektedir. Bu ziyaretin asıl amacının ise iç politikada oy devşirmek olduğu anlaşılmaktadır. AKP-MHP iktidarına karşı gelişen halkın ve özellikle de Kürt halkının tepkisini kendisine oy olarak devşirmek istemekte, devlete yeniden egemen olmak istemektedir.

Bölgede giderek daha büyük savaşlara hazırlanan TC devletinin ve ona yön veren sermaye kesimlerinin bu hülyalarına, CHP’de konumlanan az sayıdaki demokratik unsurların karşı koyabilecekleri boş bir hayalden öte bir durum değildir. Bu durum demokratik unsurların hak mücadelesine çekilmemesi olarak algılanmamalıdır. Bu bağlamda devrim ve demokrasi mücadelesi yürüten kesimler, CHP’nin demokratik tabanı başta olmak üzere CHP’de konumlanmış demokratik kesimleri mücadeleye çekmek gibi görevleri elbette vardır. Ancak CHP’ye yön veren aklın emperyalist sermayenin güdümünde komprador büyük Türk burjuvazisinden bağımsız görmemek, aksine onun kliklerinden birisi olduğunu bilmek gerekir.

CHP’nin IKBY ziyareti, AKP’nin çıkış döneminde söylem düzeyinde olan demokrasi ve “toplumsal barış” söylemlerin farklı bir durum değildir. Dün AKP’nin yaptığını bugün CHP yapmaktadır. Farklı düzen partileri ile oluşturulan ittifaklar, iktidara gelindiğinde kimlerin tasfiye edileceğini bilmek için kahin olmaya gerek yoktur. İlk etapta demokratik unsurlar ve akabinde sırtını yasladığı sermaye kesimi zayıf olanların birer birer tasfiye edileceği filmine AKP’nin iktidarlaşma sürecinde tanık olunmuştur.

Bu durumda ilk etapta halkın büyük bir kesiminden destek bulacak olması halkın AKP-MHP iktidarına olan büyük öfkesinden gelmektedir ve kalıcı bir rol oynamamaktadır. Halka güven veren, sınıf mücadelesinin kabaran öfkesi ile buluşan, Kürt ulusunun ve farklı inanç kesimlerinin demokratik taleplerini sahiplenen, kadın ve LGBTİ+ özgürlük mücadelesi ile buluşan bir birleşik mücadele, Türkiye ve Kürdistan halkının, işçi sınıfının güvenini kazanabilir, AKP-MHP ve CHP’de somutlaşan sermaye kliklerinin planları boşa çıkarabilir.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu