DerlediklerimizGüncel

Hakkı Özdal | AKP/Erdoğan muhalefeti ve Türkiye’nin geleceği

"AKP 20 yıl önce, dönemin muhalefetini de önüne katıp sürüyen bir taşkında ülkeye hâkim oldu. Bugün o iktidarı sallayan çalkantı da, bizzat o 20 yılda kurumlaşmış ‘muhalefet’ terkibini sarsıyor"

Türkiye bir süredir öyle bir noktaya gelmiş durumda ki, rejimin işleyişine dair açığa çıkan ya da ucu görünen yöntem ve ilişkilerin nereye, kimlere uzanacağı konusunda “geniş ufuklu bir belirsizlik” var. Bu “geniş ufuklu belirsizlik” yakıştırmasını biraz açalım. Ufkun genişliği, ihtimallerin çeşitliliğinden kaynaklanıyor.

Bir hikâyenin bazı ipleri görünür gibi olduğunda, o iplerin, CHP eski başkanıyla bir zamanlar CHP’li ama şimdi Saray personeli olan bir garip adamı da birbirine doladığı ortaya çıkabiliyor örneğin… Sezgin Baran Korkmaz dosyası İnan Kıraç’a, büyük sermayenin sur içine uzanıyor…

Şimdiden dönemin kalıcı simgelerinden biri olan meşum otelin konuk albümünde, bir ara popüler komutan olarak sivrilip sonra tasfiye edilen ‘ulusalcı’ amiralin, Saray peyki arabeskçiyle fotoğrafı boy gösteriyor…

Türkiye’nin yönetilmesi işinin bugünkü rejime varmış olan son etabında şaşırtıcı ‘çeşitlilikte’ aktörün yolunun kesiştiği ortaya çıkıyor. Merkezinde Erdoğan’ın bulunduğu reaksiyoner bir çekirdek, 20 yılı aşkın süredir, küreselciler ve liberallerden cemaate, ulusalcılar ve ülkücülerden mafyaya uzanan bir salınımla, oldukça geniş bir ‘ittifak’ alanında kendi ilkesiz dönüşümünü örgütlemeyi başardı; türlü dalgalanmalar ve tökezlemelere karşın bir güç merkezi olmayı ve bununla siyasal iktidara sahip olmayı sürdürdü. Ama tüm bu süreçte, rejimin lekesinin –daha açık tonlarla da olsa– çok geniş bir alana yayıldığı, artık tahminlerin ötesinde nesnel olgularla görünüyor.

Daha önce burada da konu edildi, başka pek çok yerde de, Türkiye mukadder bir değişimin eşiğinde ve bu değişim, hangi doğrultuda olursa olsun, ‘muhalefet’ denen ya da AKP ekosistemine ‘muhalif’ olarak dâhil olmuş olan unsurlara da etki edecek. O halde, bu kritik eşikte toplumun önünde duran asıl meselelerden biri de Türkiye’nin sadece çalkantılı bugünlerini değil, müstakbel yarınını da hesaba katan bir siyaset ihtiyacıdır.

Sinan Birdal, dün Evrensel’deki yazısında, son sürecin iktidarla birlikte ‘muhalefet’ çevrelerinde de ‘atışmalara’ yol açtığına dikkat çekerek, “Rejim çıkmaza girdiğinde rejimin tasarladığı muhalefet düzeneği de değişmek durumunda kalıyor” diyordu. Birdal’ın bu tespitine, bizzat AKP’yi iktidara taşıyan çok katmanlı dönüşüm sürecindeki alt üst oluş örnek gösterilebilir. AKP projesini, oyların üçte birine karşılık Meclis’in üçte ikisi piyangosuyla birlikte iktidara taşıyan siyasal vakum, DSP, ANAP ve o günlerin MHP’si gibi ‘iktidar’ unsurlarının yanı sıra –bu partilerin içinden doğanlar da dâhil olmak üzere– ‘muhalefet’ pozisyonunda görünen diğer statüko unsurlarını da paramparça etmişti.

AKP, yerine geleceği eski hegemonyanın sistemli ve süreğen bir muhalifi bile değildi üstelik. Erdoğan ve etrafındakiler, yolsuzluk yapmayacaklarını, mevcut sistemi daha iyi işleteceklerini, endişelerin aksine, sistemin ‘temellerine’ de dokunmayacaklarını söyleyerek, bir bakıma esasa ilişkin teminatlar ve usule ilişkin vaatlerle işbaşı yapmıştı. Ama ‘dokunmayacağız’ diye teminat verdikleri rejim çıkmaza girmişti bir kere… Toplumdaki derin hoşnutsuzluk ve ‘merkezden kopuş’ eğilimi, başta büyük sermaye olmak üzere egemen sınıflar için önemli bir tehditti.

Kaçınılmaz değişimi gören neo-islamcılar, henüz onun yönünü tayin edebilecek cüsseye sahip olmasa da, dalganın sırtına binip bu taşkını atlatmak üzere, değişim isteyen iç ve ‘dış’ güç merkezlerine tam teslimiyet gösterip, topluma karşı da ‘uzlaşmacı bir siyaset’ postuna bürünerek ihaleyi kazandılar. Bir bakıma muhalefetin de büyük oranda yeniden teşekkül edeceği bir momentte, küresel rüzgâra karşı hem kendi evlerinin hem de yapabildiklerince ülkenin tüm kapılarını, pencerelerini açtılar.

Despot bir tek adam rejimine varacakları yolun başında, kendilerine ilişkin şüphelerin dile getirilmesini bile ‘tutuculuk’, ‘statükoculuk’, ‘vesayetçilik’ olarak damgalamayı, bu rüzgârlı havada başardılar. Yokuşu tırmandıklarında derhal, o zamanki ortaklarıyla geniş çaplı siyasal operasyonlara, aslında yeniden katılaşmak üzere kaynamakta olan devletin iç çatışmalarına katılmaya başladılar. ‘Emanetçi’ gibi geldikleri siyasal sistemin yıkımı ve yeniden inşası işinin birinci etabıydı bu.

2008 küresel krizinden bir drahoma gibi aldıkları para bolluğu altında ve işçi sınıfının başsız, deforme bir yığın haline getirildiği koşullarda, sayısal çoğunluklarını Meclis’te otomat gibi kullanarak, emek düşmanı bir sermaye diktatörlüğünün prospektüsünü yasalaştırdılar. AKP/Erdoğan rejimi, kendi siyasal iktidarından önce, bir kısmı organik müttefiki olan geniş bir kapitalistler sınıfının ortak çıkarları etrafındaki bu sermaye diktatörlüğünü inşa etmiştir.

AKP’nin büyük başarısı, Türkiye’de bir türlü dikiş tutmayan neoliberal kapitalist inşayı işlek bir şantiyeye çevirmesidir. (Konuyu dağıtmamak için şimdilik kısaca değinip geçmek gerekir ki, bugün yaşanan çok katmanlı kriz, büyük oranda, bu geniş sınıfsal ittifak atlasının parçalanmasından kaynaklanmaktadır, hem burjuvazinin çeşitli kesimleriyle siyaset/devlet sınıfı arasında hem de farklı burjuva fraksiyonları arasında yaşanan bir çıkar farklılaşması, gerilim ve çatışma…)

Fakat o dönemin ‘muhalefeti’ de bugün gelinen tablo için devasa bir ilk adım olan bu sermaye diktatörlüğü inşasına muhalif değildir. Bugün yeniden tartışma konusu olan Baykal’ın şahsında, dönemin ‘ana muhalefet’ partisi, yani bu yasaların geçtiği parlamentodaki tek muhalefet partisinin eleştirileceği esas nokta, rüşeym halindeki AKP rejimini salt bir İslamcı ajandanın izinde takip ediyormuş gibi yapıp, ona ihtiyacı olan ‘kültürel ayrışma’ zeminini, yeşereceği bereketli toprakları armağan etmiş olmasıdır.

Emekçiler ve halkın geriye kalmış son dinamik kesimlerinin, sözgelimi Tekel direnişinde gösterdiği direncin boğulması, öyle tek başına bir AKP marifeti değil; resmî muhalefetin ‘sessiz tanıklığıyla’ genişlemiş bir dönem ruhu olarak çöken siyasal-fizikî şiddetin marifetidir. O şiddet, rejimin işleyişi için norm haline gelmiş, onun büyümesine hormon takviyesi olmuştur.

Devlet/iktidar içi çatışma alanlarına, yalnızca kendi müstakbel iktidarı için bir hızlandırıcı fırsat olarak bakan, toplumsal değişim ihtiyacının tecellisini, iktidar içi çatışmalar ve/ya seçim-sandık sathında gören bugünkü resmî muhalefet de farklı bir pozisyonda değil.

Son noktada şekilsiz ve kırılgan, halkın acil ihtiyaçları karşısında ikna edici ve birleştirici bir programa sahip olmayan, topluma bir oy kütlesi, kurnazlık ve belagatle kazanılacak bir seçmenler topluluğu rolü biçen bu pozisyon, çok heveslendiği AKP/Erdoğan sonrası için de –en hafif tabirle– ‘uygun’ ya da ‘yeterli’ değildir. İktidarın gittikçe büyüyen negatif imgesinin oluşturduğu elverişli şartlar, ülkenin içinde bulunduğu tepkimeye etki eden faktörlerden yalnızca biridir ve en önemlisi de değildir. AKP/Erdoğan muhalifliği hatta karşıtlığı, belki hiç olmadığı kadar verimli bir zemine dönüşmüş gibi görünmektedir, ama tek başına bu da çok yetersizdir artık.

Türkiye 40 yıldır ama özellikle de son 20 yılda dizginlerinden boşalarak süren uygulamalarla fiilî bir emek cehennemi haline geldi. Ücretleri gerileyen, hızla daha da yoksullaşan ücretliler, milyonlarca işsiz, gelecekte karanlık bir belirsizlikten başkasını görmeyen gençler, hatta çocuklar… Sendikasızlık, çalışmayı derecelenmiş kölelik kontratlarıyla yöneten bütün bir emek rejimi… Köylünün, çiftçinin, küçük üretici ve esnafın, proleterleşme bile değil, enkaz altındaki deklase yığınlara dönüştüğü bir buhran…

Kürt sorununda yıkıcı bir basınç biriktirmeye devam eden çözümsüzlük ve fizikî-hukuki şiddet sarmalı… Artan şekilde ve giderek daha fazla ‘devlet güdümlü’ bir canilik üreten, artık yaygın bir can güvenliği konusu olan toplumsal cinsiyet sorunları… Tüm bu tabloyu besleyen örgütlenme ve ifade yasakları… Türkiye’nin yarınına talip olanlar, bütün bunlar için, hadi henüz bir program üretememiş olsun, üretken bir arayışa sahip midir?

AKP/Erdoğan hegemonyasının, devletin kaslı kollarını ölçüsüzce kullanarak diri göstermeye çalıştığı etkinliği, zaten çoktandır sürdürülebilir olmaktan çıkmıştı. Şimdi kozmetik varlığı da sönmeye yüz tutuyor. Değişim kapıyı sert yumruklarla çalıyor. Bu, söz konusu hegemonik iktidarın tüm unsurlarıyla birlikte, ona içkin olan ‘muhalefet’i de sarsacak bir değişim olmakta belli ki. Bu fırtınada ayakta kalmanın tek yolu, toplumla toplumsal sorunlar üzerinden kurulan organik bir ilişki ve mücadele hattı gibi görünüyor.

Ve içinde bulunduğumuz egemen siyaset tablosunda bu durum her birimize, tek tek her yurttaşa, örgütlenme, mücadele ve yeniden inşa için kolektif bir sorumluluk yüklüyor. Türkiye’nin 20 yıl önce yaşadığı benzer bir dönüşümün, çöken rejimin harabelerine yerleşip onu kemiren, krizin temizlediği mıntıkaları ‘uzlaşmacı’ ve ‘rasyonel’ postuna bürünerek ele geçiren çatışmacı muhterislerin eliyle bugünlere geldiğini unutmamalıyız.

Gazete Duvar 8 Temmuz 2021

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu