GüncelMakaleler

ANALİZ | Endüstriyel Tarım İklim Krizine Neden Oluyor

"Endüstriyel tarım gıda şirketleri gıda-besin zincirini tekelleştirdikçe sadece ekolojik yıkım yaşanmıyor; gıdaya erişim de zorlaşıyor. İnsan nüfusu artarken tarım alanlarının kimyasala boğularak yok edilmesi doğadaki canlı yaşam alanlarının da daralmasına neden oluyor"

“…İnsanlar toprağa tükürürlerse kendi yüzlerine tükürmüş olurlar.

Toprak insana değil, insan toprağa aittir. İnsan hayat dokusunun içinde bir liftir…” (Kızılderili Reisi Mektubu, Siyasi Ekoloji, İmge Yayınları)

Tarımsal üretim faaliyeti birçok değişken faktörün içiçe geçmesinin uyumu sonucunda oluşur. Tarımsal üretim, dışsal etkenlerin doğrudan belirleyici olduğu bir üretim biçimidir. Hatta çoğu zaman dışsal durum (doğa, ekosistemin hareketliliği) üretimde belirleyici ana unsuru teşkil eder.

Her türlü tarımsal üretim çeşidinin kendine özgü habitatı vardır. Bir bitki türünde üretim sürecinin oluşması için o bitki türüne has ekosistem yapısının uygun olması gerekir. Her bitki çeşidi her coğrafyada, her iklim yapısında, her toprakta yetişmez. Bir bitki türünün (veya hayvanın) yaşaması için kendi habitat alanını yani doğal yurdunu oluşturması gerekir. Bu yaşam alanı için de gerekli olan en basit şey besin kaynağıdır. Bitki ve hayvanların yaşam kaynağı hava, toprak, su, güneş vb. gibi besin öğeleri ve bu besin öğeleri içinde yer alan doğal ve inorganik maddelerdir.

Dünya atmosferinin oluşturduğu eko sistem habitat örgüsünün devinimi dışsal (ve iç) koşulların belirlediği hareket yasası içinde gerçekleştiğinden dünya denen kara (ve su) parçasının geçirdiği hep iklimsel döngü karışımına tüm yerkürede bulunan canlı yaşamını şekillendiren olaylar örgüsü olarak çıkar. Atmosferi ve aynı zamanda yerkürenin iç katmanlarını oluşturan materyallerde yaşanan her bir gelişme, değişim, kendi iç döngüsünü biçimlendiren maddenin yasası gereği olsun veya dışsal unsurların (sanayi devrimi sonrası kapitalist rejimin yarattığı doğa tahribatının) neden olduğu müdahaleler olsun, dünya canlı yaşamı ve bitki çeşitliliğini şekillendirdiğinden insan yaşamının sürdürülebilir devamlılığı için milyonlarca yıl içinde evrimsel gelişmeler sonucunda oluşmuş ekosistem yapısının korunması hayati derecede öneme sahiptir. Ancak eldeki veriler bunun aksini göstermektedir.

Küresel ısınmanın sebep olduğu iklim krizinin/aşırı hava olaylarının insan yaşamı üzerindeki “basit” etkisine Avrupa Çevre Ajansı’nın raporu üzerinden bakmamız dahi yeterli olacaktır. “Avrupa’da aşırı hava olaylarında 1980-2021 yılları arasında 195 bin kişi öldü. 1980-2021 yılları arasında seller, fırtınalar, sıcak ve soğuk hava dalgaları, orman yangınları ve toprak kaymaları nedeniyle 560 milyar Euro’nun üzerinde ekonomik kayıp yaşandı.” (15.06.2023, Karar)

Görüldüğü gibi hava sıcaklığında yaşanan “basit” bir dalgalanma bile binlerce insanın ölümüyle sonuçlanabiliyor. “Basit” dememizin nedeni iklim krizinde yaşanan bir olayın bile binlerce ölüme yol açabilmesidir. İklim krizi ve sonuçları sadece hava olaylarında yaşanan dalgalanmalardan ibaret bir şey değildir, içinde birçok komplike olay örgüsünü barındıran bir olaylar zinciridir. Bu zincir dokusunda yaşanan her bir reaksiyon, birbirini tetikleyen gelişmelere neden olur.

Vahşi bir şekilde yeraltından yerüstüne çıkartılan su kaynakları rezervlerinin büyük kütleler halinde yer değiştirmesi (yüzeye çıkarılması) hiç hesap edilmeyen bir biçimde dünyanın ahengini bozuyor; “Sadece 1993-2010 yılları arasında yeraltından yerüstüne pompaladığımız yeraltı sularının kütlesi nedeniyle, Dünya’nın dönme ekseni neredeyse 1 metre kaydı… Dünyamız, Güneş etrafındaki hareketi boyunca sabit bir eğiklikte ilerlemiyor; adeta bir sarhoşun bir çizgi üzerinde ilerlemeye çalışması gibi, bir o yana bir bu yana sallanarak gidiyor… Dünyanın ekseni 23.44 derece civarındadır. Bundan 10 bin yıl kadar sonra 24.01 derece civarına ulaşacak ve nihayet 24.5 dereceye ulaştıktan sonra, tekrar dikleşmeye başlayacak: Her yıl 0.02 dereceye kadar varan miktarda değişerek, 22.1 dereceye ulaşacak ve bu döngü böyle devam edecek. Bu eğikliğin nasıl değiştiği aşırı önemli, çünkü dünyada mevsimlerin oluşmasını sağlayan şey bu eğiklik… 1993-2010 yılları arasındaki 17 yılda, dünya genelinde toplam 2150 milyar ton suyu doğal rezervuarlardan çıkarıp yüzeye batığımız için, yüzeydeki okyanusların seviyesini 6 milimetre kadar yükselttik… Bu akıl almaz miktarda su, gezegenin kütle dağılımını köklü bir şekilde değiştirdi…” (Yeraltı Suları Ekseni Kaydırdı, Çağrı, Mert Bakırcı, Birgün, 25.06.2023)

Tohumun-tarımın keşfinden sonra insan avcı-toplayıcı topluluk yapısından yerleşik yaşama geçmesiyle birlikte tarımsal üretim süreci 12 bin yıllık insanlık tarihi boyunca doğa ile bütünleşti ve bu uyumun parçası olarak kendi habitatını oluşturdu. Doğa, iklim olayları binlerce yıl insan tarafından gözlemlenmiş, kimi zaman bu gözlemlerden edinilen deneyimler tecrübeye dönüştürülerek doğayla bütünleşen, iklim yapısına adapte olan bitki ve hayvan türlerinin çeşitliliği sağlanmıştır. Kimi zaman da insan doğa ile barışık yaşamak, uyum sağlamak yerine onla mücadeleyi tercih etmiş ve bu mücadelede doğayı insan yaşamını destekleyen bir kaldıraç olarak kullanmıştır.

Sanayi devrimi kapitalist üretim, bölüşüm ilişki biçiminin doğa ile mücadelesi ise tamamen doğanın, habitatın, ekosistemin tahribatı üzerinden şekillenmiştir. Kapitalist sermaye birikim rejiminin bir biçimi olan endüstriyel tarım doğa ile uyumlu üretim tarzı yerine ekosistemi tahrip eden bir üretim rejimi olarak konumlanmıştır. Endüstriyel tarım geliştikçe ekoksistemde binlerce yılda oluşmuş bitki ve hayvan türlerinin ilişkisi bozulmuş ve türler habitat örtüsüyle birlikte yok olmaya başlamıştır.

Emperyalist-kapitalist ülkelerde 1950’lerden sonra biyokimya alanında yaşanan gelişmeler ve teknolojik ilerleme tarımsal alana doğrudan etki yapmış ve kısa süre içinde biyokimya ürünlerinin hakim olduğu endüstriyel tarım ön plana çıkmaya başlamıştır. Tarımsal üretim endüstriyelleştikçe kimyasal gübre ve ilaç kullanımı artmış, zirai kimyasal kullanımı arttıkça da tarımda ihtiyaç duyulan su kullanım miktarı da artmıştır. Ve bu da yeraltından gece-gündüzdeki gibi yer üstüne su pompalanmasına neden olmuştur, oluyor da.

Dünyada su tüketimi ülkelerin üretim biçimine paralel olarak değişkenlik göstermektedir. Sanayi üretiminin daha gelişmiş olduğu emperyalist-kapitalist ülkelerde tüketilen su miktarı ile sanayinin yeteri kadar gelişmediği ülkelerde kullanılan su miktarı ve oranı aynı değildir. Türkiye’nin su tüketiminin, yüzde 74’ü tarımda, yüzde 11’i sanayide ve yüzde 15’i de evlerdedir.

Gıdaya erişim zorlaşıyor

Endüstriyel tarım genel olarak belli türlere tek tip (2020 Ekim) üretim biçimini esas alır. Bir alanda pamuk, mısır, şekerpancarı vs. gibi ürünlerin ekimi yapılıyorsa o bölgede ekseriyeten bu ürünlerin dışına çıkılmaz, başka bir çeşit yetiştirilmez. Üretimin büyük çiftliklerde veya köylerde küçük üreticiler tarafından yapılıyor olmasının da pek bir (değişkenliğe yol açan) önemi olmuyor. Büyük şirketler bir bölgede a veya b köyünde üreticilerle sözleşme yaparak aynı ürünü ve o ürünün tek çeşidini ektirebiliyor, üretimini yaptırıyorlar.

Endüstriyel tarımsal üretimde belirleyici tek etken, tarım gıda tekellerinin piyasa ihtiyacına yönelik üretimdir. Piyasanın ihtiyacını karşılamak ve kâr amacı dışında bir politikası olmayan endüstriyel üretim tektip üretimi esas aldığından, bu üretim alanlarında habitat yapısı değişime uğrar ve zamanla ekolojik denge bozulmaya başlar. Tarım kimya şirketlerinin üretim şeklinde tek amaç yüksek kâr verimliliği olduğu için yetiştirilen ürünün ekim yapıldığı bölgeye kısa-orta ve uzun vadede vereceği olası zararlar şirketler tarafından görmezden geliniyor.

Konya havzası örneğinde olduğu gibi tarım yapılması gereken bölgelerde (kimi zaman iklim krizinin neden olduğu aşırı kuraklık nedeniyle) iklim şartlarına uygun olmayan şekilde sulu tarım yapıldığından bugün Konya Havzasındaki yeraltı suları ciddi oranda çekilmiş, göller kurumuş ve ekolojik yaşam tehdit altına girmiştir. Konya bölgesinde yaşanan susuzluk bir bütün o bölgede var olan tüm köylerin tarımsal geleceğini tehdit eder boyuta ulaşmıştır. Hal böyle olsa da şirketler bunu umursamıyor.

Endüstriyelleşen üretim süreciyle birlikte “Tarımda rota değişikliği ekolojik yapıyı tahrip etmekle kalmadı, ekolojik dengeyi bozacak olayların gelişmesini de tetikledi. Bilgiye, bilgeliğe ve bilgi paylaşımına dayalı köylü tarımı ekolojiyle barışık, doğadan aldığını doğaya geri veren karşılıklı bir alışveriş içindeydi. Köylü tarımının yerine şirketlerin endüstriyel tarımı getirmesiyle birlikte doğa bozulmaya başladı. Tarım rotasından çıkarılınca daha fazla gübre saçılmaya başladı. Aşırı gübreleme tüm dünyada bitkilere, hayvanlara ve ekosisteme zarar verir oldu. Suyun taşıma kapasitesinden fazla azotun verilmesi suyu oksijensiz bıraktı, “ölü alanlar oluşmaya başladı.” (Gıda Krizi, Abdullah Aksu, Metis Yayınları)

Evrimsel döngü içinde oluşan ekolojik yaşam formatının bozulmaya başlaması gelinen aşamada tüm canlı türlerini tehdit eder boyuta ulaşmıştır. Tarımsal üretim geleneksel üretim biçiminden endüstriyel üretim formuna dönüştükçe iklim krizini tetikleyen temel etkenlerden biri olmuştur. Günün sonunda endüstriyel tarım iklim krizine, iklim krizi de tarım krizine neden oluyor. Birbirini tetikleyen iki uçlu tek sonuçlu kısır bir döngü bumerang gibi başladığı noktaya dönüyor.

Endüstriyel tarım gıda şirketleri gıda-besin zincirini tekelleştirdikçe sadece ekolojik yıkım yaşanmıyor; gıdaya erişim de zorlaşıyor. İnsan nüfusu artarken tarım alanlarının kimyasala boğularak yok edilmesi doğadaki canlı yaşam alanlarının da daralmasına neden oluyor. Binlerce yıldır doğada birçok canlı türünde var olan kimi hastalıklar doğal habitatından çıkıp insanla temas ediyor ve bunu da en son Covid-19 salgınında yaşadık…

Bu ve benzeri nedenlerle emperyalist tekellere karşı mücadele etmek sadece hak arama mücadelesi değil aynı zamanda hayatta kalma mücadelesidir de. Emperyalizm ile halk yığınları arasındaki temel çelişkilerden birine dönüşmüş kapitalizmin endüstriyel üretim, tüketim, paylaşım, dağılım, mülkiyet modellerinin yarattığı ekolojik sorun ötelenebilecek, kendiliğindenci bir biçime büründürülebilecek bir sorun değildir. Sınıf mücadelesinin kır ve kent ortak ekseninde ele alması gereken bir meseledir.

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu