Manşet

Faik Bulut’la; halk hareketleri, Ortadoğu ve Suriye üzerine…

Suriye’nin Humus kentine bağlı Hula bölgesinde çoğunluğu çocuk 100’ü aşkın insanın katledilmesiyle Suriye bir kez daha gündemin birinci sırasına yerleşti. Vahşetin duyulmasının ardından ilk elden yapılan açıklamalarda katliamın Esad’a bağlı güçler tarafından işlendiği “çok net” ifadelerle açıklandı. AB ve ABD, Suriye büyükelçilerini sınır dışı etti. Bu koroya TC’de katıldı. Suriye’ye “askeri müdahale seçeneği” yeniden gündeme getirildi. Basın-yayın kuruluşları, televizyonlar bu yönde yayınlarına hız verdiler. Ne var ki bu yönde yayın yapan BBC’nin katliamı görüntüleyen fotoğrafının aslında Irak’ta çekilmiş olduğu ortaya çıktı.

Şimdi herkes şu soruyu soruyor; “Suriye’de neler oluyor?”, “Suriye nereye gidiyor?

Biz de bu soruyu uzun süre bölgede bulunan, Ortadoğu’yu yakından tanıyan, takip eden araştırmacı, yazar Faik Bulut’a sorduk.

Ö-G: Suriye muhalefetinin genel bir panoramasını nasıl yapabiliriz? Suriye’de geleneksel muhalefet hangi güçlerden oluşuyor?

Faik Bulut: Suriye’deki genel muhalif çizgi açısından baktığımızda 1980’lerden hatta 1990’lardan beri klasik olarak iki türlü muhalefetten söz edebiliriz.

Birisi; kadroları ezilip, sürgün edilen, hapsedilen öldürülen, idam edilen Müslüman Kardeşler (İhvan) örgütü. 1982’den sonra kadroları Suriye’de kalmadı ama acıları, anıları ve genel olarak dini-İslami söylemin hegemonyası kaldı. Bilinçaltında bunlar kaldı. Nasıl, Şeyh Said, Dersim isyanında, Zilan‘da katliam yapılmış, ayaklanmalar bastırılmış ama Kürtlerin bilinçaltında bu hep tazelenip duruyorsa bu da öyle. Onlarında bilinçaltında böyle bir durum yaşandı. Bu olayın, siyasi çizginin etkisi, yansımaları var. Zaten İhvan’ı tek bir örgüt olarak almamak lazım. Lübnan, Mısır, Ürdün’de benzer örgütler var. Bunlar arasında ilişkiler hep oldu, güç birliği de oldu. 1982’deki ayaklanma sadece İhvan’ın dışında birçok önemli faktörde vardı. O dönemde İsrail Lübnan’a girmiş, Beyrut’u kuşatmış, Filistin örgütleri dışarı çıkmış, Hafız Esad kendine yandaş Filistin örgütlerini karşı olanların üzerine sürmüş, çatışmalar çıkmıştı, böyle bir durum vardı. Bugün Trablusşam olarak bildiğimiz İslamcıların kalesinde, İslamcılar Arafat’ı desteklediler. Aynı zamanda orada Falanjistler vardı, Hıristiyan milisleri ve faşistleriyle İsrail’in bir şekilde ilişkisi vardı. Bu ayaklanmada İsrail’in Amerika’nın olduğu iddia ediliyordu. Ayaklanmanın başarısızlığa uğramasıyla İhvan militanlarının bir kısmı Türkiye’ye kaçtı. Urfa ve yakın bölgelerde Hizbullah’ın kurulmasına yardımcı oldukları, 80’lerin sonlarına doğru Türkiye tarafından bu amaçla himaye edildikleri söylendi.

İkincisi ise klasik bir sol, demokrat muhalefet. Komünist partiler damgasını vurmuştur. Ancak cılız bir muhalefettir bu genelde de liderlerini, kadroları tutuklanınca sessiz sedasız köşeye çekilmişlerdir. Suriye’de hiçbir zaman -ismi komünist olan partiler dahil- silahlı mücadele yürütülmedi. Genelde rejime yönelik yaklaşımları; reformcu bir bakış açısına sahiptir. Bir anlamda rejimin düzelmesi, baskıların azaltılması, hak ve özgürlükler verilmesi yönünde taleplere sahiptir. Ancak rejim bu taleplere karşı çok acımasızdı. Bu partilerin bir kısmı legal. Suriye’de komünist partisi kurmak anayasaya göre legaldir. Fakat legal olmak başka baskıya maruz kalmak bambaşka. Bu yüzden sürekli baskı altında varlıklarını sürdürdüler. Tek parti yönetimi hâkim Suriye’de.

Bu iki muhalefet odağı Suriye muhalefetinin birikimidir.

“60 kusur muhalif örgütten, oluşumdan söz edilebilir”

Ö-G: Bugün muhalefet olarak direnişin içinde yer alan oluşumlar, örgütlenmeler nasıl ortaya çıktı? Bunların temel özellikleri nelerdir?

Demokrat, aydınların, solcuların ön plana çıkışı Şam Manifestosuyla oldu. Fakat onlarda tutuklandılar, bastırıldılar ve hapse atıldılar. Bunların önemli simgesi Mişel Kheolo’ydu. Şu andaki muhalefet aslında bu birikimden öte birazda bu “Arap baharı”, isyanlardan etkilenerek kıpırdadı, başladı. Şu an bildiğimiz anlamda muhalefet odaklanmalarına, mahalli örgütlenmelere sonradan dönüştü. Şimdiki haliyle 60 kusur muhalif örgütten, oluşumdan söz edilebilir. Her meşrebten, solcu, sağcı, komünist, İslamcılar-sonradan dâhil oldular- Örgütlü bir şekilde başlamadı hareket. Deraa milliyetçi muhafazakâr bir şehir. Bir anlamıyla radikal İslamcı gruplara açık bir bölge. Ürdün sınırında olması Zerkavi’nin doğum yerine Zerka şehrine yakın olmasından dolayı etkilenmeler söz konusu. Sünni bir bölge, Dürzi ve Alevi çok az.

Örgütlenme süreç içinde yaşandı. 60 fraksiyon örgüt, dernek oluşum, kaba taslak anlamda dört bölüme ayırabilir.

Bir, yurtdışında diaspora, mülteci muhalefeti. Amerika, Fransa, Almanya’ya rejime muhalif oldukları için kaçanlar. Bir yönüyle 12 Eylül’de Türkiye’deki solcuların Avrupa’ya iltica etmesi benzeri bir durum. Bire bir batılı ülkelerle ilişkileri bulunuyor. Kimisi Fransa’nın adamı kimisi Londra’nın adamı. Örneğin; Amerika’da 7-8 sene önce bunlara radyo kuruldu birçok olanak sunuldu. Bunların kitle tabanı yok. Suriye Ulusal Konseyi’nin belkemiğini oluşturanlar bunlardır. Bunların büyük bir kısmı Batı bağlantılıdır. Batı demokrasisini getirmek anlamında değil doğrudan Batılı devletlerle ilişkili olduklarına dair çok ciddi belgeler var. Bu da bir çatı örgütü, bunun içinde 13-14 oluşum var. İçerde ayağı var ama kitlesel değil.

İkinci muhalefet, Şam deklarasyonu çerçevesinde oluşan, içten içe kaynayan bir muhalefet. Bugün için iki partiden oluşuyor. Ki bu iki partide son seçimlere girdiler. Ve dört milletvekili çıkardılar. Bunların bir kısmı diyalogu sürdürelim diyor bir kısmı “hayır zaten rejim çökecek pazarlık yapalım” diyor. İç muhalefetle mülteci muhalefet arasındaki en temel anlaşmazlık “dış müdahale” konusunda. Mülteci muhalefet “ne olursa olsun dış müdahale”den yana “onlar gitsin biz gelelim” anlayışındalar. İç muhalefet ise dış müdahaleye karşı ayrıca Türkiye’nin müdahalesine de karşı. Barışçıl yollardan meselenin çözülmesini istiyorlar. Bu iki kesim arasında kanlı bıçaklı kavgalar vardır. Mülteciler diğerlerini “siz hükümetin muvazaa partilerisiniz” diye suçluyorlar diğerleri ise “siz emperyalistlerin uşağısınız” diyor. Böyle bir tablo var. Aydın, entelektüel, serbest meslek, tüccar kesiminin de içinde bulunduğu bir kesimden söz ediyoruz. Orta sınıfın yaygın olduğu bir muhalefet. Kitle tabanı elbette daha yoğundur.

Ö-G: Kamuoyuna çok yansıtılmasa da direniş komitelerinin önemli bir dinamik olduğunu biliyoruz…

Birde koordinasyon, direniş komiteleri bu isyanların, halk hareketlerinin olduğu her yerde varlar. Çok ciddi bir güçleri var. Muhalefetin en dinamik gücü bunlar. Bunların içinde İslamcılar ağırlıkta gerek İhvan gerekse başka gruplar. Sokağa çıkan, çatışan, kanları dökülen, kan dökenler bunlar. Her iki muhalefete, özellikle mülteci muhalefete tepkililer “biz burdan devireceğiz” diyenler bu kesim. “Biz kan döküyoruz, canımız, malımız gidiyor, siz lüks içinde oturuyorsunuz” eleştirileri yöneltiyorlar. Bu gruplar geçen gün Suriye mülteci muhalefetini eleştirdi “biz kopuyoruz” dediler Normalde resmi olarak temsiliyetleri var ama gerçekte yok. Bunun üzerine Burhan Galyon istifa etti. Yerine Hıristiyan birini getirdiler. Kimi yorumlara göre Hıristiyanları yanlarına çekmek için böyle bir hamle yaptılar. Ama burada problemler var. Özellikle mülteci muhalefetin belkemiği Müslüman Kardeşler. Ki bunlara çok ciddi oranda Suudi-Katar parası, silahlar geliyor. İçerde bu silahların kullanımında, dağılımı yönlü tartışmalar var. Bunların çatısı altında iki güç silahlı grup çıktı. Biri Hür Suriye Ordusu denilen grup. İlk çıkışı fikri anlamda İslami bir zeminde olmadı. Sonradan angeje oldu diye düşünüyorum. Zaman içinde bu mülteci muhalefetle işbirliği yaptılar, kanatları altına girdiler.  Mülteci muhalefetle çatışmaya başladılar ardından mülteciler bunlara bir üst konsey oluşturdular. Tek silahlı grup bu değil tabi. Komitelerinde silahlı milisleri var. Onun dışında Irak’tan El Kaide benzeri örgütler, silahlı gruplar geldi. Bunların esas geliş gidiş yerleri Trablusşam. Burası bölgenin Taliban’ı durumunda. Her çeşit İslami fraksiyon var.

“Ciddi bir haber karartması var”

Ö-G: Son dönemlerde birçok büyük şehirde Esad rejiminin çeşitli merkezlerine yönelik etkili eylemler yapıldı. Bu eylemler Özgür Suriye Ordusuna mal edildi. Bu doğru mu?

Bu tür eylemleri Hür Suriye Ordusunun da yapması mümkün. Bunları tam olarak bilmek çok zor. Çünkü ciddi bir haber karartması var. Ama büyük ihtimalle de El Kaide’ci güçlerin işi olabilir. Bir kısmı Trablusşam -ki sünni bir bölgedir. Eski başbakan ve Lübnan’ın en zengin ve Sünni kesimi temsil eden Hariri grubunun himayesi altında oldukları biliniyor. Coni’ye diye bir bölge var burası da Falanjistlerin bölgesi. Dolayısıyla Lübnan’daki bu gerçeklik içinde Suriye’ye buradan akışlar yaşanıyor. Bu bölgede, Suriye’deki eylemlerde yaralananların tedavi edildiği red edilmiyor.  Militanlara sahip çıkıldığı inkar edilmiyor. “Biz silahlı olarak adam geçirmiyoruz” diyorlar yalnızca. Silahlı eylemler açısından burası merkez olmuş.

“Rejim yaşananları asayiş sorunu olarak görüyor”

Ö-G: Esad karşıtı muhalefet, hareketin ilk dönemlerinde kitlesel bir görüntü çiziyordu. Süreç geliştikçe silahlı bir biçim aldı. Sizce bu durum nasıl gelişti?

İç muhalefetin genel çizgisi barışçıl kitlesel eylemlerle bir Tunus, Mısır’daki gibi sürekli kitle hareketleriyle rejimi devirmekti. Genel çizgileri büyük oranda değişmedi. Fakat her yerde silahlı gruplar çıktı. Bir kısmı bireysel olarak kendiliğinden ortaya çıktı. Örneğin, Esad tankla, topla bir bölgeye giriyor, eziyor. Tepki ortaya çıkıyor, kendiliğinden gelişen bir durum da yaşandı. Fakat tek başına bu değil. Dışarıdan bu durumu besleyen, silah dağıtan Batı, Amerika, Lübnan gerçeği var. Ürdün’den, Türkiye’den gidiş gelişler, teşvik var. Silahlanmaya teşvik. Çünkü barışçıl bir şekilde çözülmesi uzun zaman alabilir diye düşünülüyor. Bir yanıyla belki de barışçılda çözülebilirdi. Ama Batı başından beri bu seçeneği red etti. ABD, her ne kadar resmi açıklamalarında tersini savunsa da iç savaşa doğru sürükledi. İlk başlarda sloganlar barışçıldı fakat son dönemde bunu bıraktılar “intikam” demeye başladılar hatta Sünni eksenli ifadeler kullanılmaya başlandı. Bir yandan da devletlerin birbirine karşı hamle üstüne hamle yaptığı bir alana dönüştü.

Bir tarafta Çin, Rusya, İran bir yanıyla Irak diğer yanda Katar, Amerika, Arabistan, Türkiye, Avrupa. Bu devletlerin hesaplaştığı bir alan haline geldi Suriye. Dolayısıyla giderekte derinleşen bir durum var. Rejim yaşananları asayiş sorunu olarak görüyor ve zorla, silahla bastırmaya çalışıyor buna karşı tepkilerde sürüyor.

Mesela bu Hula olayında BBC’nin yayınladığı cenaze fotoğrafının Irak’tan alındığı ortaya çıktı. İlk elden “bu işi Suriye rejimi yapmıştır” denildi. Üç gün sonra acaba rejim yapmamış olabilir mi? denilmeye başlandı. Olay bence Suriye rejimi, jandarması tarafından yapılmadı. Bıçaklamalar yapılmış mesela bu pek rejim işine pek benzemiyor. Rejim yanlısı Şabbiha milisleri ya da muhaliflerin yaptığı rejimin üstüne attığı bir durum olabilir. Tabii bunları hiçbiri hakkında kesin bir şey söylenemez. Bu durum yaşananların her türlü spekülasyona açık olduğunu gösteriyor.

Mesela hacca giden Şiilerin kaçırılması olayı var. Tüm bunlara bakıldığında Türkiye’yi, İran’ı işin içine daha fzla çekmek amaçlanıyor? diye sormak gerekiyor.

Birde üçüncü yolcular var. Bunlar ne iç muhalefet ne dış muhalefete yakın duranlardır. Komünistlerde vardı içinde. Ancak bu yol belli ki bu çatışmanın ağırlığı, sertliği karşısında ezildi ve geri çekildi. Sesini fazla çıkaramadı.

“Kürtler adı konulmamış özerkliği fiiliyata sokmuş durumdalar”

Ö-G: Kuşkusuz Suriye muhalefeti içinde, Türkiye’de üzerinde en fazla tartışma yürütülen gücü Kürtler oluşturuyor. Kürtler ne istiyor?

Birde Kürt muhalefeti var. İkiye bölünmüş durumda. Biri Barzani’ye yakın duran Kürt Ulusal Meclisi. 8-9’lu bir blok. Biride PKK, BDP paralelinde olan aralarında Marksistlerin de olduğu PYD-6’lı bir blok.

KDP çizgisine yakın olanların mülteci muhalefetine destek verdiğini gördük. Mültecilerin başkanı bir ara ağzından kaçırdı özerklik diye sonra “ben böyle bir vaatte bulunmadım” dedi. Bunlar uluslararası bir müdahale yoluyla rejimin devrilmesi ve Kürtlerin demokratik haklarının verilmesini istiyorlar. Bir anlamda Irak benzeri bir tasavvuru var, işgal sonrası Irak gibi.

PYD çizgisi her türlü müdahaleye karşı. Öne çıkan mülteci muhalefetin kendilerine bir şey vermeyeceğini, iktidara gelirlerse oranın AKP’si gibi olacağını sadece silahla değil, din-iman yoluyla da inkâr edileceklerini düşünüyorlar. TC’nin de niyetlerini iyi okuyarak, her türlü müdahaleye karşı çıkıyorlar. Tampon bölgeye Türkiye’nin müdahalesine karşılar. A, B planları var. Rejim barışçıl yollarla ülkeyi terk ederse geçiş hükümeti kurulursa Kürtlerin demokratik hakları, anadil vb. için pazarlık yaparız, anayasaya sokarız diyorlar. Bu kesimin farkı kendi altyapılarını, örgütlemelerini kurmaları. Talep ettikleri şeyin altyapısını örüyorlar. Kürt okulları açıyorlar, özel komisyonlar, halk komiteleri kurmuşlar, yargının-polisin işlevsiz kaldığı yerde bunlar bu görevi üstlenmişler. Adı konulmamış bir özerkliği fiiliyata sokmuş durumdalar. Küçümsenmeyecek bir kitlesi var. Gösterilerde yapıyorlar. Ama bu eylemlerde şiddet kullanmıyorlar. Mesela Suriye’nin bu bölgenin Kürtlerini koz olarak kullandığı söylemi de yanlış.

Belki objektif olarak buraya müdahale edemiyor sonuç itibariyle böyle bir şey çıkıyor ama Kürtlerin doğrudan bir mücadelesi var. Suriye rejimi bugün için zaten buraya yeterince güç aktaramıyor. Suriye 22 milyonluk bir ülke, 5-6 milyonluk insan isyana bir şekilde bulaşmış. Kolluk kuvvetleri örneğin, Şam’da bir eylem oluyor oraya gidiyor, Halep’te başlıyor oraya gidiyor. Kuvvetlerin buraya birikmesinden dolayı ortada bir boşluk yaşanıyor. Kürtlerde bu boşluğu dolduruyor. İstanbul 1 Mayıs’ına nasıl Kayseri’den bile polis getiriliyorsa benzer bir durumu düşünün. Rejimle Kürtlerin bir anlaşması yok. Tersine zaman zaman karşı karşıya geliyorlar. Suriye’de 16 ayrı istihbarat birimi var. Bu birimler bu bölgede adam kaçırıyor, suikast düzenliyorlar.

“Türkiye bir anlamda kabadayılık yapıyor”

Ö-G: TC devleti Suriye’de isyan hareketi başlamadan önce Esad rejimine çok yakın duruyordu. Ancak direnişin başlamasıyla TC’nin politikası da 180 derece değişti. Bugün başbakanın iki sözünden biri Esadla ilgili. AKP, nasıl bir dış politika izliyor ya da TC’nin bağımsız bir dış politikasından söz edilebilir mi?

Türkiye’nin Arap ülkeleriyle kurduğu ilişkiler konusunda- vizelerin kaldırılması, ticari anlaşmaların yapılması- siyasi bir körlük var. Rejimler10-20 sene devam edecek gibi anlaşmalar yaptılar. İsyan başlayınca Avrupa, Amerika bu isyana göre tavır alınca Türkiye’de tavrını değiştirdi. Davudoğlu, başından beri söylüyor “Ortadoğu politikamız NATO ve Batıya uyumludur”  diye. Uyumlu olmak demek, bir defa bağımsız bir politikanız yok demektir. NATO’yla yapılan anlaşmalardan dolayı zaten onlara bağımlısınız. AKP hükümeti, kafasında bir çeşit Ortadoğu ortak pazarı değilse de, yeni Osmanlıcılık döneminde bir Ortadoğu birliği, konfederasyonu adı konulmasa da bile böyle bir şey hayal ediyor. Ama bu hayal için üst ve alt yapının buna uygun olması lazım. Mesela, Suriye ve Irak küresel sermayenin pazarına yeterince uyumlu değildir. Özelleştirmeler yeterli değil, kamu mülkiyeti çok fazla Tunus’ta böyle.  Bir takım engeller var. Küresel sermayenin akışını kolaylaştırılması lazım atılan adımın. Bu anlaşmalar bunun için düşünülmüştü.

Birde üst yapı var. Varsayın ki Suudi Arabistan’da teokratik bir hükümet var, Şam’da Alevi bir hükümet var. Bu federasyon nasıl olacak? AKP ideolojsi açısından, ılımlı İslamcı bir ideoloji olması lazım. Devrilecek rejimlerin yerine AKP’ye uygun iktidarların gelmesi lazım. AKP buradan hareketle yükleniyor. Ama sonuç parlak görünmüyor.

Türkiye’nin dış politikası dışişleri bakanlığının elinde değil. Daha çok Başbakanın çevresinden, danışman grubunun elinde. Bu kararlar dışişlerinde alınmıyor. Burası devre dışı bırakılmış. Bakanlık işin formalite kısmıyla ilgileniyor. Başbakan zaten bir gün gazeteciyle kavga ediyor, ona buna küsüyor. Ancak kişisel yaklaşımların dış politikada kapladığı oran belki yüzde 5 olabilir. Bu kadardır daha ileri gidemez. Amerika’ya bağımlı, onlarla uyumlu bir politika Türkiye tarafından uygulanıyor.

Suriye’nin dostları toplantısına kadar genel olarak Batı itekliyordu Türkiye’yi. TC’nin tereddütleri vardı “girersem maliyeti bana ne olur. Alevi-Sünni çatışması, Kürt meselesi iyice başıma bela olur mu?” diye kuşkuları vardı. Fakat Annan Planı’ndan sonra tersine TC, iyice kendisi öne çıktı. İran’a, Çin’e gitti başbakan. Annan Planı devreye girince TC tecrit oldu, bu sefer daha fazla saldırganlaştı. ABD, kendini uzak doğuya hazırlıyor. Obama bunu açıkça söyledi “benim bundan sonra yoğunlaşacağım yer pasifik uzak doğu” dedi. Çin’e karşı bir konumlanma, Filipinler Endonezya… Amerika bunun için çok ortalıkta görünmüyor perdenin önüne TC’yi çıkarıyor.

Amerika, NATO’yla Afganistan’da dersini aldı, Libya’dan aşağı yukarı aynı dersleri aldı. Maliyetin çok ağır olduğunu biliyor. Dolayısıyla burayı TC’ye bıraktı. Vekalet TC’nin, ihale TC’ye kaldı. O da tek başına girmek istemiyor. Çünkü böyle bir tecrübesi yok, Kıbrıs’ı saymazsanız.

Başbakan NATO’nun beşinci maddesini işletiriz diyor. Bu şu demek, NATO üyesi herhangi bir ülkeye saldırı olduğunda NATO devreye girer. Bu esnada Amerika’dan farklı sesler çıktı. Türkiye bir anlamda kabadayılık yapıyor ama öte taraftan arkasına bakıyor kimse varsa girecek. Ağır bir yükü var çünkü. Olası bir çatışmada ya da Kürtlerle bir çatışmada ülkedeki muhalefet sağıyla, soluyla genel olarak hiçbirisi benimsemeyecek. Dolayısıyla bunu ancak arkasındaki bir güçle Amerika, NATO’yla yapabilir. Sırf Antep’ten 600 milyona yakın kaybı var. Mülteci kamplarını açtı, çok masraf var. TC BM’den yardım istiyor. Bir ara tampon bölge için adım atmaya çalıştı ama Amerika bir dur dedi geri adım atmak zorunda kaldı.

“Kürtler bu süreçte bir kazanım elde edecekler”

Ö-G: AKP’nin Barzani eliyle Suriye’deki Kürtler üzerinde etkinlik kurmaya çalıştığı, böylelikle Türkiye’deki Kürtleri de etkilemek istediği şeklinde yorumlar yapılıyor. Tabii birde bir mezhep çatışması tehlikesi söz konusu…

Kürtler arasında kazanımın nasıl bir biçim alacağı konusunda devam eden tartışmalar var. Bunun nasıl elde edileceği konusunda netleşme yok. “Türkiye gelsin, tampon bölge kursun mu? yoksa TC hiç müdahale etmesin biz kendi kendimize mi yapalım mı?” Bu tartışma devam ediyor. Mesela ABD’nin, Suriye’deki Kürtlere dönük “bu muhalefetin dışında kalmayın” yönünde talepleri, çabaları olduğu biliniyor. Irak’ta merkezle Kürtler arasındaki anlaşmazlık, Türkiye’de hükümetle Kürtler arasındaki anlaşmazlığa baktığımızda Kürtlerin bu kaos içinde kendi kazanımlarını elde edecekleri düşünülebilir.

Bu süreçte bir kazanım elde edecekler. Amerika TC’nin Suriye tavrını desteklerken Kürtleri feda etti. AKP’nin elini serbest bıraktı. Kürtlerin taleplerini budama, zor kullanımı konusunda elini serbest bıraktı. Eğer bu şekilde devam edecekse Kürtlerin şiddete yönelimi artacaktır. Bu durumda AKP nerede duruyor? AKP’nin Hula’da bu kadar insan öldürdünüz demesi ne kadar inandırıcı olur? İran, Kürtler gitsin ama Şii bölgesi kalsın diye mi düşünüyor? Kürtler devletleşecekse devletleşsin diye mi düşünüyor? İran Kandil’e dokunmuyor. Denklem karışık. Ama tayin edici olan Suriye’nin nasıl düşeceği.

Giderek iç savaşa, mezhep savaşına doğru gidiyor. Son birkaç gündür Şam burjuvazisi -daha çok esnaf ve tüccar- genel greve başladı. Bu rejimin dayandığı ekonomik ayaklardan biri çözülüyor demektir. En uzun süreli iç savaş Lübnan’da başladı. 70’lerde başladı 92’de bitti. Suriye bu kadar iç savaşı kaldırabilir mi? Birde bunun diğer bölgelere sıçrama tehlikesi var. Mezhep çatışması olursa bu sefer Lübnan’da benzer bir durum olacak. Bunun sonucunda Suriye’de değil bölgede de iç savaştan, etnik ve mezhepsel çatışmalardan söz edeceğiz. Bu, her türlü müdahaleye açık bir durum anlamına geliyor. Kürtlerin durumunu bu tablo içinde okumak gerekiyor.

TC, Barzani’ye oynuyor buradan Irak’a müdahaleye çalışıyor. Ama bunun handikapları var. Barzani’yle ittifak en fazla geçici olur. Buradaki Kürt muhalefetini bastırmak içinse -ki Barzani buna yanaşmıyor- bu başarısızdır. Barzani üzerinden Irak hükümetini ve İran’ı vurmayı hedefliyorsa bu da çok başarılı değil. Tüm bunlar gösteriyor ki tüm dinamikler ayağa kalkmış durumda. Saflaşmaların artacağını söyleyebiliriz. Elbette bu saflaşmalarda değişken olacaktır.

Suriye’deki Kürtler tarihi arka planda Güneyli Kürtler gibi değildir. Barzani ve Talabani’nin tarih boyunca, Suriye’li Kürtleri daha çok lojistik destek olarak kullandıklarını görüyoruz. Oradaki haklarını almak şeklinde değilde.

Suriye’deki Kürtlerin çoğu -Musul’dakileri, komşu bölgeleri saymazsanız- Kürtlerin çoğu Türkiye’den göç etmiştir. Kimi isyan nedeniyle kimi sınır bölündüğü için. Dolayısıyla bu bölgedeki Kürtlerin Türkiye’dekilerle organik bağları var. PKK, burada uzunca yıllar kaldı. 80’den bu yana 30 senedir PKK bu bölgede örgütlendi. Epeyce bir kan uyumu gözüküyor. Barzani’nin üzerinden Suriye’li Kürtleri kontrol altına alma politikasının başarılı olacağını düşünmüyorum.

Türkiye birde buradaki meseleyi çözmediği sürece Irak’taki, Suriye’deki her Kürt kazanımı Türkiye’nin aleyhinedir. Öcalan yakalandıktan sonra PKK’den ayrılmalar başladı, Osman Öcalan ayrıldı vs. Irak Kürdistanı’nda bunlar alternatif olmaya çalıştılar. Irak Kürdistan Federasyonu’nu kurmak üzereydiler. O zaman bile Türkiye’deki Kürtleri etkisi altına alıp yönlendiremediler. Yani PKK’nin en zayıf olduğu dönemde- Öcalan yakalanmış, silahlı hareket sınır dışına çıkmış- böyle bir durumda bile etkili olmadılar. Bugünkü koşullarda Barzani’nin etkili olacağını düşünmüyorum.

Ö-G: Suriye halkının direnişine karşın Esad hala ayakta. Onu hangi toplumsal kesimler destekliyor?

Esad rejiminin toplumsal tabanı çok geniş özellik gösteriyor. Şu anda Suriye burjuvazisi- buna uluslararası bağlantısı olan burjuvazi dahildir- Esad rejimini destekliyor. Esnaf ve tüccar, sendikalar hala destekliyor. Yıkılmamasının en önemli nedeni budur. Halep ve Şam’daki burjuvazi de destekliyor. İki gün önceki grevler bir işaret olabilir. Bugüne kadar ki durumu söylüyorum. Orta tabaka ve en alttaki yoksul kesimler desteklemiyor. Küresel ekonominin ve Esad’ın özelleştirmeleri dolayısıyla işsizlik, yoksulluk nedeniyle tepki var. Sadece Arap Alevileri değil Dürziler, İsmaililer, yüzde 17’lik oranı olan Hristiyanlar destekliyorlar. Bu yüzde 33’e tekabül ediyor. Mezhep ve inanç temelinde düşünüldüğünde böyle. Burjuvaziyi de ele aldığımızda -Sünni burjuvazi, askeri alanlarda Esad’la işbirliği halinde- yüzde 51 falan sayabilirsiniz. Hatırlarsanız referandumda katılım oranı yüzde 58’di.

Esad rejimi yarıyı temsil ediyor, kuşkusuz zaman içinde azalabilir bu oran. Eğer iç savaşa giderse, yüzde 33’lük grup mecburen kendini bu tarafta hissedecektir. Kürtler mesela Sünni olmasına rağmen Müslüman Kardeşler’e güvenmedikleri için Esad rejiminin yanında duracaklardır. Bunlarda yüzde 10’luk bir grubu oluşturuyor. Batının en fazla düşündüğü ekonomik anlamda altyapıyı çökertmek ve esnafı, tüccarı rejimi terk etmeye zorlamak. Burası çökerse hepsi çöker. Ama böyle bir durumda rejim “ben gidersem herkes benimle gider” diyecektir. Bu da çok kötü sonuçlara neden olacaktır.

“Rusya ve İran’ın tavrı belirleyici”

Ö-G: Hula’daki katliamın ardından birçok Avrupa devleti Suriye büyükelçilerini sınır dışı etti. TC’de benzer bir tavır aldı. Askeri müdahale seçenekleri yeniden tartışılmaya başlandı. Ne yapılmak isteniyor?

Son yaşananlar tecrit politikasının bir yansımasıdır. Büyükelçilerin sınır dışı edilmesini böyle görebiliriz. ABD’nin BM temsilcisinin “Suriye için NATO dışında bir seçenek olabilir” açıklaması da müdahalenin daha fazla gündeme alındığını gösteriyor. Tabii burada Rusya ve İran’ın tavrı belirleyici. Eğer onlarda sürece doğrudan dahil olurlarsa iş bölgesel bir savaşa kadar gidebilir. Bu devletler kınamakla yetinirlerse Suriye’den vazgeçerlerse -ki İran’ın vazgeçeceğini sanmıyorum çünkü Suriye’den sonra sıra ona gelecek- kuşkusuz bu, Esad rejimin sonu anlamına gelebilir.

“Demokratik haklı ve meşru talepleri için mücadele ettikleri oranda onların yanında olmalıyız”

Ö-G: Halk isyanlarını, emperyalistlerin bir oyunu olarak gören ciddi bir kesim var ülkemizde. Örneğin, Suriye’de bir halk muhalefeti olmadığı, Esad’ın emperyalizme karşı direndiği biçiminde kimi ilerici, devrimci saflarda yansımasını bulan görüşler var. Sizin bakışınız nedir?

Halka, kitleye güvenmeyen bir bakış açısının ürünüdür bunlar. Halkın, kitlelerin başkaldırısı, her zaman ilerici olmayabilir. Bu tür ayaklanmaları devrimsel bir süreç olarak tanımlıyorum. Bunlar terste tepebilir. Gerici bir sonuçta ortaya çıkabilir. Bu tür hareketleri tümüyle emperyalistlerin kuklası olarak görmek bir defa Kemalizm etkisidir. Bunu görmek gerekir. Halkı anlamamaktır. Halkın dinamiklerini iyi görmemektir. Biz, halk hareketlerinin demokratik taleplerini desteklemeliyiz. Ezilmiş milliyetler olur, inançlar olur, biz bunların yanında prensip olarak yer almalıyız. Her türlü başkaldırısın da yanlarında olmalıyız. Kendi demokratik haklı ve meşru talepleri için mücadele ettikleri oranda onların yanında olmalıyız. Desteklememiz onların emperyalistlerin piyonu olmalarını benimsememiz anlamına gelmez. Onların bu yaklaşımlarını da eleştirmeliyiz. Nitekim muhalefetin içinde emperyalistlerle işbirliği içinde olanlar eleştirilmeli, fikirsel mücadele edilmeli teşhir edilmeli. Rejimin yanında da “bunlar dış mihraktır” diyerek yer alınmamalı. Rejime destek verilmemeli. Sistemin baskısı, asimilasyonu, sömürü politikaları, özelleştirmeleri, tek partinin diğerlerine hayat hakkı tanımaması Suriye’yi bu hale getirdi. Dolayısıyla ya buradasın ya ordasın yaklaşımı doğru değil. Haklı taleplerin yanında, yanlışların karşısında; emperyalist müdahaleye karşı çıkılmalı, elbette rejimin yanında olarak değil onu eleştirerek.

“Önderliğin tabiatı önemli, belirleyicidir”

Ö-G: Halk hareketlerinin emperyalistler tarafından yönlendirilmeye, hedefinin şaşırtılmaya çalışılmasını nasıl yorumluyorsunuz?

Çürümüş bir sisteme başkaldırı ise her zaman önemlidir. Burdan ilerde ne olabileceğine bakılmalı. 4-5 milyonluk bir kitle 1.5 yıldır ayakta ise bunu emperyalistler parayla, petro-dolarla ayakta tutamaz. İnsanların sokağa çıkmasının nedenleri var. Bu nedenleri ortadan kaldırdığınızda sorunda çözülür.

Tunus’ta, Mısır’da, Amerika Sorosçu örgütlere yatırım yapmış, ayaklanmalar böyle ortaya çıkmış, genelde Banu Avarı’n ortaya attığı fikirlerdir bunlar. Bilinen bir Kemalist olduğu için söylüyorum. Türkiye’de bir sürü Sorosçu var niye renkli devrimlerini yapamıyorlar. Büyük devletler, stratejik bölgelerdeki tüm halk hareketleriyle, devrimlerle ister sosyalist olsun, isterse devrimin önderliğini Partizan yapsın isterse Müslüman kardeşler yapsın bir şekilde bu hareketlerle iletişim kurmaya, yönlendirmeye çalışırlar. Kendi stratejik politikalarına uyumlu hale getirmeye çalışırlar. Önemli olan hareketin, ideolojisi politikasıdır. Hareketin bu yaklaşımlara ne kadar prim verdiği, ne kadar teslimiyetçi yaklaştığı tayin edici olandır.

Örneğin, Müslüman Kardeşler Mısır’da Amerika’yla masa başına oturmuş Camp David anlaşmasını kabul edeceği üzerine pazarlık yapıyor şimdiden. Bu şunu gösteriyor Amerika bu güçleri kendi arenasına çekmeye çalışıyor. Lenin, birinci dünya savaşında bir fırsat yakalayıp adım atınca Bolşevik devrimi emperyalistlerin ürünümüdür mü? diyeceğiz. Boşluğunu yakalamıştır, çelişkiyi görmüştür ondan yararlanmıştır. Önderliğin tabiatı önemli, belirleyicidir.

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu