DerlediklerimizGüncel

ALGÜL ALMUTLU | Manukyan Grubu’nun tek kadın direnişçisi Olga Bancic

Birkaç aylığına ertelenir Olga’nın infazı. Kadının kurşuna dizilmesinin yasak olduğu Fransa’dan alınıp Almanya’ya götürülür. İnfaz ertelenmiştir ertelenmesine ama işkence devam etmektedir Olga için.

İstediğiniz ne zaferdi ne gözyaşı,
Ne hüzünlü org ne papazın son duası.
On bir yıl nedir ki on bir yıl…
Yaptığınız kullanmaktı silahlarınızı:
Ölüm gözünü kamaştırmaz Partizanın.
Asıldı yüzleriniz kentlerimizin duvarlarına,
Gece ve sabah karasıydınız, korkutucu, süzgün.
Bir afiştiniz, kızıl bir kan lekesi gibi,
Adlarınızı bile söylemek öylesine güçtü ki,
Gelip geçende dehşet etkisi yaratın istediler.
Sizi kimse Fransız olarak görmez gibiydi,
Gün boyu bakmadan geçti gitti insanlar.
Kimi parmaklar durmadı ama karartmada
’FRANSA İÇİN ÖLDÜLER’ yazdı resimlerinizin altına.

Louis Aragon/Kızıl Afiş

O kadar güzeldi ki yüzü, Manukyan Grubu’nun yargılanan tek kadın üyesi olmasına rağmen “Kızıl Afiş”te kimse göremedi onu. Kimseyi ikna edemeyiz diye söyleniyordu Gestapo şefi, kim inanır ki böyle güzel bir kadının “eli kanlı bir terörist” olduğuna. Böyle tertemiz, gözlerinin içi gülen bir fotoğraf değil, sakallı, yorgun, çökük yüzler gerekti ona. Yoksa nasıl sunabilirdi “suç örgütü” diye özgürlük savaşçılarını sıradan insanlara.

On beş binden fazla afişle donatılmıştı Paris’in her yani 1944 Şubat’ında Manukyan ve grubunun yargılandığı sırada. Alman işgali altındaki Paris’in sokakları, caddeleri, kahveleri hep bu Gestapo afişleriyle doluydu ve amaç Aragon’un dizelerinde dile getirdiği gibi gelip geçenlerde dehşet duygusu yaratmaktı. “Kurtarıcılar mı?” sorusu (Des Liberateurs?) görülüyordu afişin en üstünde. On esmer adamın siyah beyaz fotoğrafları yer alıyordu kırmızı zemin üzerinde, hemen altında.

Her birinin yanında isim ve suçlandıkları eylemleri yazılı. Zar zor okunuyordu adları, tipleri de  yabancıydı zaten sıradan Fransız’a. Yakalanan silahlar konulmuştu afişin bir yanına,  bir yana cezalandırma eylemlerinde öldürülen bir kaç Gestapo üyesinin resimleri. Alman konvoylarına karşı yapılan sabotajlar da unutulmamıştı. Bir bakan bir kere daha baksın, nefret etsin isteniyordu bu tablo karşısında. “Cinayet ordusu eliyle kurtuluş!” diye yazıyordu hepsinin altında da. (La Liberation par l’armée du crime)

Kızıl Afiş yetmemiş olacak ki Gestapo’nun nefret propagandasına, hemen her duvarda yanı başında yer alıyordu afiş boyunda bildiriler de, baştan sona Alman propagandası ve yabancı düşmanlığıyla dolu: Fransızlar çalmaz, Fransızlar yağma yapmaz, Fransızlar öldürmez, Fransızlar sabotaj yapmaz, ne yaparsa bu yabancılar yapar. Ah bu yabancılar olmasa ne de güzel yaşarız biz kardeşçe. Ekmeğimize, suyumuza göz koyanlardır onlar, boğuluyoruz, nefessiz kalıyoruz onların içinde, onlar bizi boğmadan, bizi, kadınlarımızı ve çocuklarımızı boğmadan gelin biz onları boğalım.

Kızıl Afiş

Aslında kendilerince haksız da sayılmazlardı bu Gestapo şefleri.

O yabancılar değil midir Paris sokaklarını kendilerine dar eden. Her köşe başında karşılarına çıkıp hesap soran, nefeslerini hep enselerinde hissettiren.

O yabancılar değil midir Alman Nazi işgaline karşı bir türlü kıramadıkları “Direniş”in en önemli ayağını oluşturan.

Hepsi de Fransız Devrimi ve Paris Komünü bilinciyle doluydu ve tek amaçları faşizme karşı demokrasinin beşiği dedikleri, “sığınma yurdu” (Terre d’Aşile) olarak gördükleri Fransa’yı savunmaktı. Ermeniler vardı bu yabancılar içinde, 1915 kırımından sağ kurtulup Fransa’ya kadar gelebilen. İtalyanlar vardı, 1922 İtalyan faşizminin zulmünden kaçan. Onları, 1933’te iktidara gelen Hitler’e muhalefetleri nedeniyle ülkeden kaçmak zorunda kalan Almanlar izler. 1939 yenilgisinden sonra başlar İspanyolların Fransa’ya akını.

Bunların yanı sıra yine Avrupa kökenli, Avusturyalılar, Polonyalılar, Çekoslovaklar, Bulgarlar. Hepsi de ülkelerindeki zulme boyun eğmektense kaçıp Fransa’ya sığınmış, faşizme karşı savaşım tecrübeleri olan sol militanlardı. Gel gör ki, canlarını kurtarmak için sığındıkları ülke de, 1940 yılında işgal ediliverir  Alman Nazi birliklerince. İlk andan itibaren herkes bulunduğu bölgede faşizme karşı direniş birlikleri oluşturmaya başlarlar.

İtalyanlar daha çok, yoğun olarak bulundukları Fransa’nın güney batısında bulunan Toulouse şehri ve çevresinde başladılar faşizme karşı mücadeleye, Polonyalılar  kuzeydeki Lille ve çevresinde.

Manukyan’ın grubu ise Paris’i mesken edinmişti kendisine. Özellikle de göçmen işçilerin yoğun olarak bulunduğu Charonne, Menilmontant ve Belleville semtlerini.

Kelimenin tam anlamıyla enternasyonal bir “gölgeler ordusuydu” Missak Manukyan’ın kurduğu Yabancı Emek-Gönüllü Partizanlar grubu, FTP-MOİ. (Françs- Tireurs et Partisans de la Main d’Oevre İmmigrée)

Bizim Manukyan’ın ordusudur bu, 1906 Adıyaman/Besni doğumlu Misak Manukyan’ın.

1915 kırımında, ağabeyi Garabed dışında tüm ailesini kaybeden bizim Manukyan’ın.

Önce Fransız yönetimindeki Suriye’de bir yetimhaneye yerleşip ardından Fransa’ya gelerek Ermeni kültürünün korunmasıyla ilgili çalışmalar yapan şair Manukyan. Kendisi ayrı bir yazının konusu, başlı başına bir destan.

İki Ermeni vardı grupta, bir İspanyol, üç Fransız, üç Macar, beş İtalyan, sekiz Polonyalı ve bir Romanyalı.

Grubun tek Romanyalısıydı Olga Bancic.

Aynı zamanda tek kadını.

10 Mayıs 1912’de, o dönemler Rusya’ya bağlı bir eyalet olan Beşarabya’nın Kişinev şehrinde, büyük bir Yahudi ailesinde dünyaya gelir Olga. Dört yaşında iken  Romanya’ya katılan bu bölge günümüzde Moldava Cumhuriyeti’nin sınırları içinde bulunmaktadır.

Küçük bir memurun altıncı çocuğu olarak doğmuştur ve henüz on dört yaşında iken bir fabrikada işçi olarak çalışmaya başlamıştır.

Kaderine razı olup zorlu çalışma koşullarına boyun eğeceklerden değildir o.

Ne de bu koşullardan yılıp arkasını dönüp çekip gidenlerden.

Öyle bir şansı da yoktur zaten.

Romanya’nın  işçi hareketleri, protesto gösterileriyle sarsıldığı günlerdir ve sokaklar adeta kollarını açmış Olga’yı beklemektedir.

Hiç vakit geçirmede grev ve gösterilerin içinde bulur kendini. Zaten aktif ve hareketli bir çocukluk geçiren Olga, çok geçmeden Bükreş Genç Komünistler Birliği’nin üyesi olmuştur bile.

Her geçen gün polisin dikkatini daha fazla çekmektedir. Defalarca gözaltına alınır ama her defasında yüz akıyla çıkar işkenceli sorgu odalarından.

1929 yılında “Alexandru Jar” mahlasını kullanan yazar Solomon A. Jacob ile evlenir. Jar Romencede koz anlamına gelmektedir.

Bu evlilikten 1939 yılında Dolores adını verdikleri bir kızları olur. “No pasaran” sloganıyla özdeşleşen İspanyol Komünist Partisi’nin Genel Sekreteri Dolores Ibárruri’den esinlenerek koymuşlardır  kızlarının adını.

“Sevgili küçük kızım, sevgili küçük aşkım” diye başlayacaktır o zamanlar 5 yaşında olan kızına, Almanya’nın Stutgart kentinde, ölüm sırasını beklemek için kapatıldığı hücresinden yazdığı mektubuna.

“Annen son mektubu yazıyor canım kızım, yarın, 10 Mayıs, saat 6’da, ben olmayacağım artık bu dünyada.

Ağlama aşkım, annen de ağlamıyor. Rahat bir vicdanla ve yarın benden daha mutlu bir hayata ve geleceğe sahip olacağına olan tüm inancımla oluyorum. Artık acı çekmene gerek kalmayacak. Annenle gurur duy küçük aşkım.

Hayalin hep gözlerimin önünde.

Babanı göreceğine inanıyorum, umut ediyorum ki bir başka olacak onun sonu. Ona, seni düşündüğüm gibi kendisini de düşündüğümü söyle. Bütün kalbimle seviyorum sizleri. İkiniz de o kadar değerlisiniz ki benim için.

Sevgili çocuğum, baban da bir anne sayılır senin için. O da seni çok seviyor. Annenin yokluğunu hissetmeyeceksin.

Bütün hayatın boyunca, baban ve diğerleriyle birlikte mutlu olacağına olan umudumla bitiriyorum mektubumu. Bütün kalbimle kucaklıyorum sizi. Elveda aşkım.

Annen. 9 Mayıs 1944”

Daha birkaç yıl önce, öpüp koklayarak bırakmıştı küçük Dolores’ini, Fransız bir ailenin yanına, hiçbir engel tanımadan bütün varlığıyla atılabilmek için direnişe.

1938 başlarında gelmişti Fransa’ya, hem Bükreş polisinin gözünden uzak durup biraz soluklanabilmek hem de edebiyat fakültesinin derslerine katılabilmek için.

Kendisinden çok önce çıkmıştı eşi, yoldaşı ve yakında çocuğunun babası olacak olan Solomon yurtdışına, İspanya’da Enternasyonal Tugaylar’ın saflarında savaşmaya.

Okumak için geldiği Fransa’da silah sevkiyatı yapmaya başlar Olga, Tugayların 35. Tümeni’nin Fransız-Belçikalı Grubu’na.

Ancak Tugayların son günlerine gelinmiştir ve birer birer uğurlanmaktadır birliğin saflarında savaşanlar kendi ülkelerine.

Çok geçmeden Fransa’da buluşur Solomon ile.

Bir yıl sonra doğar kızları. Henüz işgal edilmemiştir ülke.

1940 yılında, Fransa’nın Alman işgaliyle birlikte hiç bir tereddüt göstermeden, Manukyan’ın kurduğu FTP-MOİ’ye katılırlar. Kısa sürede silahlı biçim alan çeşitli direniş eylemlerini ilk örgütleyicilerindendirler.

Bir yıl sonra, 1 Eylül 1941’de yakalanır Solomon,  Yahudiler için yapılan Drancy Kampı’na konur Almanya’ya götürülmek üzere. Ancak birkaç gün sonra bir yolunu bulup hastahaneye sevkini yaptırır ve onun gibi biri için firar etmek artık bir çocuk oyuncağıdır. Aynı gece kaçıp direnişe katılır.

Üç  yaşındaki kızlarını Fransız bir aileye teslim edip bütün vaktini direnişe adamaktan başka bir yol yoktur artık Olga için.

“Pierret” kod adıyla yıldırım gibi girer saflara.

Kısa sürede Fransa’da direnişe katılan kadınların sembolü haline gelir. Canı burnunda deyimi tam da onu anlatmak için söylenmiş gibidir, dişiyle, tırnağıyla, bütün varlığıyla gece gündüz savaşmaktadır Nazilere karşı.

Sadece Fransa’da değil, bütün Avrupa’da yenilmesi için uğraşmaktadır faşizmin, benim vatanım bütün dünyadır diyenlerin soyundandır o.

İki evi vardır bundan böyle. Birisi kendi kaldığı diğerine de silah ve mühimmatları depoladığı. Gestapo’ya Paris sokaklarını dar eden bütün eylemlerin silah ve mühimmat sorumluluğu ondadır artık.

Arkadaşı Anna Richter ile birlikte, el bombaları ve silahları belirlenen yere, belirlenen zamanda götürmede üstüne yoktur. Sadece eylem yerine götürme değil, eylemden sonra da malzemeleri eylem alanından, düşmana kaptırmadan çıkarmak da onun sorumluluğundadır.

Ta ki, 1943 yılı Kasım ayında yakalanıncaya kadar.

Uzun süredir peşlerindeydi Paris’teki özel birlikler.

İşlerini güçlerini bırakmış kendilerini çökertmek için çalışıyorlardı gece gündüz.

Hele de SS komutanlarından Albay Julius Ritter’in cezalandırılması eyleminden sonra.

Ritter, Gestapo’nun Fransa’da Zorunlu Çalışma Hizmeti’ni (Service du travail obligatoire) yönetiyordu ve yüzlerce komünistin dökülen kanının yanı sıra binlerce Fransız işçisinin, Nazi endüstrisine destek sunmak üzere, Almanya’ya zorunlu çalışmaya göndermenin de tek sorumlusuydu. Hakkında yeterince istihbarat toplanmış ve çoktan verilmiş olan bu kararın infazı için fırsat kollanıyordu.

O fırsat nihayet 28 Eylül günü sabah 8 sularında çıktı karşılarına. Evinin önünde, tam da arabasına binmek üzereyken kurşun yağmuruna tutuluvermişti üç koldan.

Deprem etkisi yarattı ölümü hem Paris’te hem Berlin’de.

Anında aradı Henrich Himmler Fransa’daki temsilcisini, “Hemen” dedi, “Hemen 50 tutuklu seçip kurşuna dizin, sonra da hiç vakit kaybetmeden bu örgütü çökertin.”  Halbuki, geçen sonbahardan beri ara verilmişti kurşuna dizmelere ve 50 direnişçi ile yeniden başlanıyordu ardı arkası kesilmeyecek olan infazlara.

Her yerde aranıyordu şimdi FTP-MOİ üyeleri.

Sokak sokak, ev ev aranıyordu Paris’in yoksul mahalleleri.

Kasım başında 60’tan fazla üyesi yakalanmıştı.

İçlerinden başta Manukyan olmak üzere birçok üst düzey yönetici ve  grubun tek kadın üyesi Olga Bancic de vardı.

Aynı işkenceyi görüyordu erkek yoldaşlarıyla birlikte. Ne gıkı çıkıyor ne de sorulan bir soruya cevap veriyordu. Ne bir isim, ne bir adres, ne bir tanıdık. Dilini yutmuştu sanki. Ama her işkence seansından sonra atıldığı hücrede yoldaşlarını görünce çözülüveriyordu dili. Onların yüzüne bakıp öyle bir “Umarım hiç biriniz konuşmamışsınızdır” deyişi varmış ki.

Üç gün sürüyor duruşmaları. 15-18 Şubat tarihleri arasında, Paris Continental Oteli’nde kurulan Alman mahkemesinde.

21 Şubat’ta açıklanır kurşuna dizilme kararları; anında infaz edilir Olga hariç diğerlerinin kararı.

Birkaç aylığına ertelenir Olga’nın infazı. Kadının kurşuna dizilmesinin yasak olduğu Fransa’dan alınıp Almanya’ya götürülür. İnfaz ertelenmiştir ertelenmesine ama işkence devam etmektedir Olga için.

O Almanya yolunda iken bir ihbar düşer polis merkezlerine, Olga’nın sahte kimlikle kiraladığı ev hakkında. Aylardır kirası ödenmeyen ve kiracısı uğramayan evin kapıcısı durumdan şüphelenip karakola bildirir.

23 Mart 1944’te eve gelen polislerin ele geçirdikleri gerçek bir hazinedir: 13 Mils el bombası, üç tabanca, bir Browning, üç namlulu tabanca, 60 bomba, üç fişek torbası, yanıcı cihazlar için bir çanta dolusu aksesuar, birkaç kutu fişek, bir kutu yanıcı plaka ve bir kutu patlayıcı.

Bırakın böyle bir hazine teslim etmeyi, bir silahın bile tesliminin, bir diz çökmenin, bir isim, bir adres vermenin bile hayat kurtardığı bir ortamda böyle bir hazineyi can bedeli sakınmak hep Olgaların, Tanyaların harcı olsa gerek.

Ölüme giderken tek düşüncesi biricik kızı Dolores’tir.

Önce kızına yazar yukarıdaki “Sevgili küçük kızım, sevgili küçük aşkım” diye başlayan mektubu.

Sonra ikinci bir not kaleme alır Kızıl Haç yetkililerine “Sevgili madam” diye başlayan:

“Sevgili madam, lütfen bu mektubu savaştan sonra kızım Dolores Jacob’a teslim edin. Sadece on iki saat daha yaşayacak olan bir annenin son arzusudur bu. Teşekkür ederim.”

Ertesi sabah, kızına yazdığı mektupta da belirttiği gibi büyük bir vicdan rahatlığıyla sunar o güzel basını Gestapo cellatlarına.

10 Mayıs 1944’de.

32 yıl önce doğmuş olduğu günde.

(Kaynak: Sendika.org)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu