Dünya

Avrupa’da Barışçıl Devrim!

Avrupa, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan bu yana ekonomik-politik açıdan en bunalımlı zamanlarını yaşıyor. 2007’de patlak veren kriz, devletlerin borçlarını ödeyemez hale gelmesiyle sistemi daha çok zorlamaya başladı. Sisteme soluk aldırmanın, yenilenmenin bir yolu olarak görülen seçimler, bu seferki sonuçlarıyla sadece yaşandıkları ülkeleri değil tüm AB’yi etkilemiştir.

Mayıs ayı içerisinde Fransa’da başkanlık, Yunanistan’da genel, İtalya, Almanya ve İngiltere’de ise yerel seçimler yapıldı. Seçimlerde belirgin olarak öne çıkan ilk sonuç; yönetimdeki “merkez sağ” partileri oy kaybederken “sol” ve sağcı/faşist partilerin oylarının yükselmesidir. İşsizliğin, güvencesiz çalışma koşullarının sebeninin göçmenlermiş gibi yansıtılması, krize paralel olarak kimlik politikalarına daha çok başvurulması sağcı/faşist partilere olan yönelimi arttırmıştır. Yunanistan’dan Fransa’ya, Danimarka, Hollanda, Avusturya, İsviçre, İngiltere’ye kadar faşist partiler tarihleri boyunca ulaşmadıkları oy oranlarına ulaştılar. Sağcı/faşist partilerin yükselişinin geçen yıl Norveç’te yaşanan Breivik’in katliamı gibi birçok saldırının önünü açacağı ve az gelişmiş ülkelerden kölece çalışma koşullarını kabul ederek gelen göçmenlerin Avrupa’da artık yaşamını sürdüremez hale getirmesiyle beraber emeğe yönelik saldırıları da boyutlandıracaktır.

Halkların bir kısmı sağcı/faşist partilere yönelirken bir kısmı da yaşanan krizin faturasının kemer sıkma politikalarıyla kendilerinden çıkarılmasına ve finans kuruluşlarının, büyük şirketlerin bu politikalar sonucu daha da büyümelerine tepki olarak; yüksek gelirlere vergi konulmasını, Tobin Vergisi’ni, mali sıkılaştırmanın gözden geçirilmesini isteyen, sosyal güvenlik politikalarına daha fazla önem vereceğini söyleyen “sol” partilere yöneldi. “Sol” partilerin sandıklardaki bu başarısı hem dünyadaki hem de Türkiye’deki liberal solcuları çok sevindirdi. Bu sevinç nidalarının hepsinin özünü SYRIZA lideri Tsipras’ın “Barışçıl Devrim” sözü yalın bir şekilde ifade etmektedir.

Hiç şüphesiz ki halkların iktidardaki partilere oy vermemeleri, kendilerini solda tanımlayan ve kemer sıkma politikalarına karşı çıkan partilere oy vermeleri politik olarak anlaşılabilirdir. Halklar, başka bir seçeneği görmedikleri için mevcut olana tepkilerini bu şekilde göstermişlerdir. Avrupa halkları, 1800’lü yıllardan başlayarak ekonomik-politik hakları için mücadele ederek, bedel ödeyerek kazandıklarının geri alınmasına sokaklardaki eylemlerinin yanı sıra sandıkta bu şekilde tepki göstermişlerdir. Fakat bu tepki kadar açık olan bir diğer şeyde Hollande’nin kendisinin de partisinin de SYRIZA’nın ve diğer “sol” partilerin de Marksizmi savunan, sosyalizmi hedefleyen bir yapılarının olmadığıdır. Hatırlanmalıdır ki, tecavüzü ve seks partileri ortaya çıkmasaydı/çıkarılmasaydı; Fransa’nın yeni “sosyalist” başkanı, emperyalist/kapitalist sistemin temel kurumlarından olan IMF’nin eski başkanı D. Straus Kahn olacaktı. Vurgulamakta fayda var ki, Sosyalist Parti içerisinde D. Straus Kahn’ın Hollande’ye göre daha “sol”da olduğu seçim yarışlarından bu nedenle diskalifiye edildiği belirtilmektedir.

Sandıklardan başarıyla çıkan bu “sol” partilerin savunduklarını 1930’lu yıllarda ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt de savunmuştu. Krizden çıkı için kemer sıkmanın yanında istihdam yaratacak büyüme politikalarını uygulamıştır. Bu politikalar ilerleyen yıllarda İngiliz iktisatçı Keynes tarafından formüle edilecek ve II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra, özellikle sosyalist devletlerin varlığı ve sınıf hareketliliğinin canlılığı nedeniyle “refah devleti” adı altında uygulanacaktır. Roosevelt’in de Keynes’in de tek amacı kapitalizmi kurtarmaktı. Şimdi Holande’ni, Tsipras’ın ve diğerlerinin de amacı budur. ABD Başkanı Roosevelt uyguladığı büyüme politikalarıyla ne kadar solcuysa benzer politikaları savunan Holande ve Tsipras o adar solcudur.

Durum bu olmasına rağmen, Avrupa burjuvazisinin bir kısmı sonuçlardan neden rahatsız oldu? Keynesçi politikara 1930 krizinden sonra sosyalizm korkusu nedeniyle benimsenmişti. İçinden geçtiğimiz süreçteyse, krizden faydalanılarak ezilenlere yönelik eşi-benzeri görülmemiş saldırılar düzenlenmekte olduğu halde, kendilerini korkutarak güçte sistem karşıtı bir hareket yokken, “sol” partilerin başa gelmesiyle bu kazandıklarının bir kısmından vazgeçmek istememektedirler. Bununla birlikte Holande ve diğer “sol” partilerin önerdiği büyüme politikalarının, başka seçenek kalmadığı için yavaş yavaş benimsenmeye başlandığını belirtelim. Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso “açık konuşalım ki Avrupa çapında büyüme için yatırıma ihtiyacımız var” dedikten sonra Avrupa Komisyonu haziran ayında 200 milyar euro değerinde büyüme paketi sunmak için hazırlıklara başladı. IMF Başkanı Christine Lagarde de “kriz gerilemekten çok uzakta… ya kemer sıkma önlemi ya büyüme diyemeyiz” sözleriyle bu “sol koroya” (!) katılmıştır. Büyüme politikalarına en çok karşı çıkan Almanya başbakanı Merkel’dir. İtirazın sebebi de Almanya’nın ihracata dayalı ekonomik yapısıdır. Almanya, ekonomik krizi diğer ülkelere göre daha hafif geçirmektedir. Çünkü şu anda diğer ülkelerin “borçlarını” ödemeleriyle kendini finanse etmektedir. Bu nedenle SYRIZA’nın borçların yeniden yapılanmasını istemesi veya Holande’nin üretimi arttırmaya yönelik talepleri Merkel’i rahatsız ediyor. Bu “sol politikalar” karşısında en büyük direnci gösteren Merkel’in gelecek yıl ki seçimlerde yerini Sosyal Demokrat Parti’ye bırakmasıyla birlikte, bazı “solculara” göre Avrupa’da sol hâkim olacak ve “Barışçıl Devrim” amacına ulaşmış olacak!

Kriz Devam Ediyor…

“Büyüme odaklı” bu “sol” politikalar yakın zamanda krizi sonlandıracak mı? IMF Başkanının sözlerinde de görüldüğü üzere burjuvazinin böyle bir beklentisi yok. Bu nedenle Almanya’da olduğu gibi önlemlerini alıyorlar. Alman basınında çıkan haberlere göre hükümet kitle hareketlerine karşı önlem paketi hazırlıyor. Bu kapsamda kilise papazlarının 20 yıldır her hafta tutukları barış nöbeti dahi yasaklandı. Frankfurt’ta krize karşı yapılmak istenen Blockupy eylemlerine çok sert müdahale edildi vs…

Yaşlı kıtada halkları zor günler beklemeye devam ediyor. Ayrıca öyle olmadıkları halde “sol” adıyla seçilenlerin, halkların sola/sosyalizme olan inançlarını bir kez daha kırma olasılığı da çok yüksek. Krize veya daha doğrusu kapitalist sisteme karşı Marksist temelde karşı çıkan bir KP olmadan da halkların kapitalizmin pençesinde daha çok acı çekeceği aşikârdır.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu